Cumartesi, Aralık 22, 2007

sil baştan..

türkçesi böyle yani.. daha önce bununla ilgili bişiler yazmış olmalıyım ama yine yazacağım.. bu fimi ne zaman izlesem, sildiğim şeyleri olmasa bile silinen birşeylerim olduğunu hatırlıyorum.. içim burkuluyor... bu kadar..

Cumartesi, Aralık 15, 2007

sebep olması mı gerek..

ağlamak istiyorum..
sebebi olsun olmasın... tanımadığım birinin yüz ifadesi, bir hareketi, bir olay, durum gibi karşılaştığım şeyler sebep olsun mesela.. kimsenin farketmediği bir ayrıntı.. durup orada hüngür hüngür ağlayayım..
kalbim titresin ve kimse sebebini bilmesin benden başka, tutmayayım burnumdaki sızıyı ve ağlayayım...
şefkat göstereyim birine, sonra koşup kuytu bir yerde doyasıya ağlayayım... şefkati göstermiş değil, hissetmiş olayım..
gözyaşlarımın kendime değil başkalarına akacağından emin olsam ağlarım da oracıkta...

Pazartesi, Kasım 26, 2007

(parantez)

geçen cuma doğumgünümdü.. benim doğum günlerim genelde benbaşıma geçer.. seyrek olarak da kuzenlerle taxim'de bi kafeye falan gideriz, maksat beraber olmak niyetiyle.. ama bu sene değişik olsun istedim.. bi çeşit miyad ne de olsa diye-eheh.. ve hep yapmak istediğim birşeyi doğumgünüme uyguladım.. hayatıma şimdiye kadar girmiş ve kalmış olan, benim yanında bulunmaktan keyif aldığım, yanındayken kendimi kendim gibi hissettiğim, herhangi bi maskeye ihtiyaç duymadığım, çok sevdiklerimi biraraya topladım-toplamaya çalıştım.. gelemeyenler de oldu tabi.. sağolsunlar, birşekilde varlıklarını hissettirdiler ama... sabah beri gelen telefonlar, sürprizler de hazırlamıştı gerçi beni bu mutlu akşama...
velhasılı, çokça şımardığım, mutlu olduğum.. ve uzun süreden beridir yaşadığım andan keyif aldığım nadir zamanlardan birini geçirdim...

ben olabilme fırsatını veren herkese teşekkür ederim..

Pazartesi, Kasım 19, 2007

sondan önce..

sonunu senden önce okuyacak olmanın dışında bir ayrıcalığım yok, yazdıklarımı bilmek hakkında.. hadi o kadar abartmayalım,ama kurgusu yok.. birkaç satır sonra ne yazacağımı bile bilmeyeceğim çok zaman.. mesela, merdivenin basamaklarını adım attığınca çizdiğini düşün.. yaşam gibi.. ama yaşam gibi yazmak zormuş.. yaşamın içinde önümüzdeki hazır merdivenleri çıkıyoruz çünkü, çok zaman..
pejmürde bir evdeydim.. yanından tren yolu ve tabii tren geçen... birbirine bitişbitiş, dar sokakların üzerinde.. öyle dar ki, iki insan yanyana geçebilir mi diye düşünüyorum.. diğerleri arasında sıkışmış da sanki ona yer az kalmış gibi hafiften öne doğru kaykılmış duran eski bir ev,ahşap.. camları dar,sürgülü ve buğulu.. buğu değil aslında, is, pis, yılların yığıntısı.. kimbilir kimler yaşadı burada,ne sesler dolandı odalarda.. içeride 60lık bir ampül yanıyor,benim dikildiğim odada.. ev soğuk olmalı ki nefesimi görebiliyorum.. eski bir şilte-şilte..şilte..şilte- battaniye.. iskemle ve dolap nemden kokuyor.. kokmayan birşey varmış gibi...
ben neden buradayım sahi.. bavulum yok ama elimde bir dolu torba, içleri temizlik malzemeleriyle dolu... doğru tabii, ben yapamam böyle pis içinde..demek ki geleceğimi biliyordum..neyse, peki hadi temizledim diyelim, ya böcekler, örümcekler.. ya fare varsa.. ne yapmalı ki.. düşündüğüm şeye bak, burada kalacak mıyım ki dert ediyorum.. evin fotoğrafı içindeki iğreti duruşuma ve hep hayalini kurduğum bir ev olmamasına rağmen, orada olmaktan hem rahatsızım, hem gitmek istemiyorum..
garip ama bu döküntü içinde ısıtma tesisatı var, kombi değil-kalorifer de bari-, soba değil... nasıl ateşleniyor acaba, eski gaz sobalarına benzer bir ağzı var... çocukken sobaların konuştuğunu hayal ederdim homur homur, sıralı alevler de dişleriydi sobanın... bir kibrit atsam patlar mı acaba... patlamaması lazım, yoksa yazı biter.. bir iki üç...

Perşembe, Kasım 08, 2007

seven gözlerle bakmak..

bulunca bırakmamak gerek..
ne de olsa bakandadır sevmenin mahareti, bakılanda değil ..

Pazartesi, Ekim 29, 2007

bayram..

içinde mutluluk barındıran bir günün tebriğinde klasik olarak kullanılabilen bir kalıptır.. "bayram gibi"..

türkiye cumhuriyeti'nde; türlü farklı renkten oluşmuş cumhurumuzla, birlik, güven ve refah içinde yaşayabileceğimiz, bayram tadında bayramlarımızın olması dileğiyle, diyorum ben de..
cumhuriyet bayramı'mız daimi kutlu olsun...

...
bütün dünya buna inansa,bir inansa, hayat bayram olsa...
insanlar el ele tutuşsa,birlik olsa,uzansa sonsuza..
...

Pazartesi, Ekim 15, 2007

saçak altında iki kız...

dün film çıkışı arabaya bindim ve yağmur başladı tekrar.. ilkten serper gibiydi ama birden dolu dolu damlalara dönüştü... koşuşan da vardı, yağmur yokmuş gibi aheste yürüyen de, şemsiyesi olanlar da, dükkan önlerindeki brandalara sığınanlar da... tam köşeyi dönerken, sanat galerisinin kapısının önüne koşan kızları farkettim ve durarak rıhtıma doğru gideceklerse bırakabileceğimi söyledim, kabul ettiler.. yaklaşık 5 dakikalık yolculuğumuzda, teklifime fazlasıyla şaşırdıklarını ve memnun olduklarını hissedebildim..
farklı zaman ve koşullarda, başka türlü yardımların içinde bulunsam da, bu iki yolcumun bana hissettirdiği çok farklıydı.. muhtemelen normal olmadığımı düşünmüşlerdi, ama deli olduğumu da sanmasınlar diye onlar arabadan inip teşekkür ederken, asıl ben çok teşekkür ederim diyemedim.. buradan söylemiş olayım..

Pazar, Ekim 14, 2007

çılgınca döner durur dünya..

pardon bi saniye, önce şu siteye log olayım, bir de yorum yazayım.. şu fotoları da upload etmeyi unutmamak gerek.. tamam geldim, aslında gelemedim bi şarkı koyalım fonda tıngırdasın,tabi tıngırdamadan önce lastfm şifremi de gireyim ki skorplansın... hmm hazır elim değmişken facebook'u da açayım bakayım kim dövmüş, kim sevmiş beni, ben de dürteyim birilerini.. tamaaaam döndüm işteee..
bu kadar saçma geliyor olmasına rağmen hergün benzer şeyleri yapıp, bu "dünyanın" bir parçası olmak için neden debeleniyoruz acaba.. dışında kaldığımızda ucubelere dönüştüğümüz, kenarından köşesinden yakaladığımızdaysa günümüz sosyalliğinin bir parçası olabildiğimiz ortamlar.. (bi an gittim sayfayı refresh etmem gerekti de) birşeyler yanlış ya da eksik sanki diye hissetmiyor musunuz siz de.. bağımlılık düzeyinde ve otomatik yaptığımız bu eylemlerin ne getirip, ne götürdüğünü düşünüyor musunuz..
bunları reddedişe doğru ilerlediğimi hissediyorum ben, asıl işlevi dışında fazlalıklarla "bezenmiş" hale geldiğinde, abartısız midemi bulandırıyor.. benim hükmettiğim değil, sanki bana hükmeden birşeymiş gibi, çağlayan bir ırmakta öylece akıyormuşum gibi, iradem yokmuş gibi..
beni yoran fazlalıkları, gereksiz şeyleri sevmiyorum..
ve uzun süre birşey yazmadığım zamanlarda gizli dürtücülüğü olsa da, diğerlerindeki "zorlayıcılığı" hissetmediğimden, blog içlerinde en samimisi geliyor bana..

sonuç ve biryerlere bağlama cümlesi yok, bu kadar..

Perşembe, Ekim 04, 2007

porof.zihni sinir doğuş power center'da..

efenim maslak'ta artık bir power centerımız var demiştik bir zaman önce.. ismi power olsa da bana güdük bi'yer olarak geliyor biraz..yine de hiç yoktan iyidir.. neyse, bu mekanda uzunca bir süre okan bayülgen'in fotoğraf çalışmaları sergilenmişti.. şu günlerde ise en sevdiğimiz porof'un çalışmaları ve bunların vücut bulmuş hallerini görme fırsatını bize sundular.. açıkçası mekana sıcaklık katmış epeyce,hep dursa keşke.. çekebildiğim birkaç fotoyu ekliyorum buyrun, diğerlerini de filcklerim yakında..


not: ben foto işlemimi tamamladıktan sonra güvenlik görevlisi foto çekmenin yasak olduğunu söyledi,yani avm içinde foto yasağı varmıştı.. ben sadece çalışmaları çektim ve standta duran arkadaştan da onay almıştım deyince birşey demedi sevgili güvenlikçi arkadaşımız..sağolsun...-bi an makineyi alacak mı diye düşündümdü-




1.-2.

3.-4.
5.-6.

1.power centerımızın üst katından..
2.tv'de sakıncalı sahne çıkınca çevrilerek gözleri kapatan emzik procesi..
3.keman çalan saat..(bayıldım)
4.çekyatlı bank..
5.minik proceler standı..
6.dikey satranç..


günün james vidyosu da bizden olsun hadi..ehe.. tıklarsanız eğer laid huzurlarınızda..

Perşembe, Eylül 27, 2007

minibüsler insan yutar mı..

yolda mıymıy yürüyen insanlara sinir oluyorum, özellikle benim acelem varsa ve onlar salonlarındaki koltukta gazete okur gibi yürüyorlarsa önümde...
minibüs kuyruğuna eklendiğimde, çoğunlukla kaçıncı minibüse binebileceğimi falan düşünür kendimi oyalarım.. -tamam ertuğrul özkök gibi şeyler yazmaya başladım kabul, ama burası benim kişisel blogum zati abicim, istediğimi yazarım,eheh..- ve önümde bir otobüs dolusu insan varken, kesin bundan sonraki 2. ya da 3. minibüse anca binerim diye düşünürken ben, hop diye o minibüse biniveririm-hele bazen en arka dip köşe boşta olur, şaşmaktan kendimi alamam-..
bu nasıl oluyor anlamıyorum, minibüsün kapasitesi belli, insanların kalabalığı belli.. kara delik mi var içeride, dipsiz kuyu mu, ben mi nizamsızım, yoksa insanlar kalabalık göründükleri kadar çok değiller mi sayıca...

Çarşamba, Eylül 26, 2007

ayak üstü iki laf..

..........
dünya mı küçük yoksa benim dünyam mı bilmiyorum.. ama insan üstüste birileriyle karşılaşınca, tesadüfün gücü üzerine düşünüyor.. herbirimiz kendi hayatlarımızın baş rollerinde ve bir başkasının hayatında figüranken, nasıl etkileşiyordu yaşamlar.. hayat bu ne zaman ne olacağı belli olmaz, gün olur devran döner vs şeklindeki ifadelerin zaman içinde gerçeklik halini almaları, benim temennim mi daha kuvvetli yoksa onunkisi mi diye düşündürtmüyor mu insanı..

size kazık attığını düşündüğünüz birini hatırlayın mesela.. birgün bu kazığının karşılığını alsın da istediniz mi içinizden..hah tamam işte.. o bir gün mutlaka gelecek.. bir piramitin en tepesindeki taş gibi yerleşiverecek yerine.. ve bu piramitlerin herbir diğer taşı da, diğer piramitlerin ya tepesindeki ya zemindeki ya ortasındaki taşın kesişiminde...
ay aman neyse, keşke düşüncelerimi daha sistematik şekilde düzenleyebilseydim de, bitmemiş bir kazağın ucundan sarkan ip gibi kalakalmasaydı...
........
........
"günümü gün edicem, heey hooyt..yaşasın eğlence.. modu düşünüldüğü gibi keyif ve eğlence vermiyor hep insana.. kendini gaza getirmene rağmen .ıçının üstünde pineklediğinde mutsuz oluyorsun çünkü bu sefer... her neyse.. işte bu yüzden gelişine doksana çakacağım sadece, gol olur olmaz mühim değil" dedim arkadaşıma.. çok hoşuma gitti bu benzetmem buraya da yazayım dedim..ehe..

Pazartesi, Eylül 24, 2007

lodos..

lodos vurdu muydu denize, söküp alır içinden.. zamanla içine düşmüş, atılmış olan, ne varsa ona ait olmayan.. farkedilmez ağırlıklarıyla fazlalıktır onlar aslında..
deniz coşar tabii, bu arınma zamanlarında.. kükrer, çalkalanır... aylardır biriktirdiği, önemli saydığı şeylerin kendinden kolayca kopup gitmesine izin vermez.. bir savaştır sanki, ama ertesinde eksiklik hissedilmeyen..
fazlalık olanlar gittiğinde eksilir mi ki insan...

Çarşamba, Eylül 19, 2007

sevinçliyiz hepimiz yaşasın okulumuz...

onyedieylül itibariyle okullar yeni yayın dönemine başladılar.. ve halihazırda ömrümüzü yiyen trafik sorunu bir yaşam sorunu haline gelecek mi endişesi taşımaya başladık..
neyse efendim istanbul'da okulların başladığı bu hafta toplu taşıma araçlarının sayısını arttırma ve ücretsiz yolcu taşıma gibi önlemler alındı.. ve pazartesi akşamı uzun süredir olmayan bir şekilde ve "mucizevi" olarak 19:35'de eve vardım.. hep böyle olacak sandım, ama yanıldığımı dün 20:10 sularında eve vardığımda anladım...-evde iftar yemeği vardı ama ben kuru krakerlerle zincirlikuyu dolaylarında iftarımı yapmıştım, üzerine annemin lezzetli yemeklerini yememi engellemedi neyse ki.. eheh- normalde maslak ve köprü trafiği sebebiyle 18:00'de çıktığım vakit 20:00 civarı üsküdar'daki evimde olabiliyorum zati.. güya banka taşınacak falan diyorlar ama bankanın taşınmasını beklemek istemiyorum..

her neyse.. asıl anlatacağım başka birşey.. bu sabah geç kalktım ve servise binmedim, allahtan hava da güzeldi.. üsküdar'dan motora binerken kısa bir şaşkınlık yaşadım akbil basmaya yeltenmeyle aaa bedavaydı dimiiii durumları arasında.. o yüzden mi motor yolcusu bu kadar fazlaydı acaba,neyse.. -sonra motorda bi çocuğa aşık oldum, yolculuk aşkı yani tabi, inince geçti..- sonra insanların otobüslere vıızt diye bindiğini gördüm.. yine hatırladım tabii ücretsizdi ya, işte ondan, rüya gibiydi... ve beşiktaş meydanı'ndaki ışıklara doğru yürürken bir baktım yayalara yeşil, sevindim tabii.. demek ki bazı ışıkları da bugün sürekli yeşil yapmışla... eh sonrasında kendi kendime güldüm minibüse binene kadar... neyse ki minibüs bedava değildi de uyandım ve kendime geldim..

bu arada irem ve kerem okul öncesiyle, okul öncesinin öncesi sınıflarına kayıt oldular.. pek bir sevinçliler, öyle gider inşallah... şimdilik bu kadar...

Perşembe, Eylül 06, 2007

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

alaçatı..

gitmeden öncesine kadar pek bi sosyetik, tiki mekan olduğunu düşünüyordum, çeşme alaçatı'nın.. evet böyle bir özelliği de var,ama şimdiye kadar gördüğüm yöreler arasında-tamam tüm türkiye'yi gezmedim ama- tamamıyla yaşamak istedeğim bir yer oluverdi gördükten sonra... taş evlere aşık oldum, belki hep aşıkmışım da görünce farkettim.. ruhumu yakaladı resmen, hayalim yok diye hayıflanmalarıma bir cevap gibi geldi.. orada yaşamalıydım, işim,evim orada olmalıydı, belki çocuklarım da orada büyümelilerdi..
babam ve oğlum filmi de nasıl bir etki bırakmışsa bende, alaçatı'da hissettiklerimi yine o filmi izlediğim zaman hissettiklerime benzettim..
işin en güzel yanı, o eski taş evlerde insanlar hala yaşıyor,o evler canlı... restore edilip,öylece kalakalmamışlar.. ve işin diğer bir güzel yanı ise, yeni yapılan yazlıkların,evlerin bu eski doğal yapıya uyumlu yapılıyor olması... birkaç istisna yapı, tabela,anten falan olsa bile muhafaza edilmiş..umarım ben oraya yerleşinceye kadar ve sonrasında da bozulmaz...(garanti bankası'nı takdir ettik yine..çevreye uyumluluğuyla..)

emrah'ın çeşme'ye gidiş planını söylediği ve benim "gidelim,tabii" şeklindeki atlayışımdan beri acaba gitmesem mi diye bir soru vardı kafamda.. hani o kadar yolu sadece haftasonu için gideceğiz, yol yorgunluğu sonrası iş var, gideceğim için evde oluşan huzursuzluk durumları var falan gibi sebeplerle kafamın içi gel-gitliydi.. şimdi diyorum ki; hepsine değmiş, iyi ki beni de çağırmışlar, iyi ki gitmişiz, iyi ki katılmışım plana..

yolumuz rahat geçti... cuma gecesi çıkıp, cumartesi sabah 7 civarı alaçatı'ya vardık.. (gideceğimiz oteldekiler uykudaydı, ev-otel tarzında oldukları için kapıları geç açılıyor sanırım)
gidiş ve dönüşlerde izmir tarafında ben kullandım bir süre..( bana güvendiği için de ayrıca teşekkür etmeliyim emrah'a, 200'e vurdurduğumda bile,hehe)
hernekadar müge denizin tuz oranının kaş'tan bile fazla olduğunu söylese de, ben denizi de beğendim.. kumu ince, suyu berrak..
cumartesi'ni, babylon'un plajında bir gölge, bir güneş malaklık yaparak geçirdik tabii.. (yine de akşam dışarı çıkmadan 1 saat daha uyumalıydık bence ,eheheh) keyifli akşam yemeğimiz boyunca alaçatı'da yaşama hayalleri kurduk, güldük,eğlendik.. üzerine sakızlı türk kahvelerimizi içtik... yavaştan babylon'a geçtik (merkezle arası 2 km civarında, tekerlekli taşıtlardan birini kullanmak gerekiyor) teoman bizi şaşırtmadı ve programı 23:45'te yapılan konsere, 00:30'da çıktı.. performansı geneline göre iyiydi, ama biz yine de yaşlanmaya başladıkça aslında tarz mı değiştirmeye çalışıyor acaba diye düşündük(bağırgaçlarını çok kullandı yine).. konser sonrası, müge'yle beraber tanışmak için harekette bulunduk, görüşmek isteyenleri birkaç kişilik gruplar halinde sırayla alıyorlardı, sevindirik olduk önce...ama paravanın arkasındakileri göz ucuyla da olsa görünce vazgeçtik..
pazar günü denize girmeden erken yola çıktık, rahat rahat molalar yaptık.. giderken içemediğimiz susurluk ayranını bu kez içtik.. kestirme yolu dönüşte de bulmasak da, erkenden mudanya'ya vardık... nemli-sıcak havası ve kalabalık görüntüsüyle küçük bir istanbul vardı orada, dondurmamızı yiyip koşarak uzaklaştık..
beni eve bıraktıklarında 01.30'du.. gece uykuya zor daldım, kabus gördüm, uyumaya çalıştığım sıralarda üç buçuğu geçiyordu...
bu arada fotoğraf makinemi de almamıştım, ne çekilir ki diye, pişman oldum mu oldum, müge'den destek alıcaz artık foto konusunda.. (eklerim buraya da)
o diil de, iyi ki gitmişiz... :)

Pazar, Ağustos 05, 2007

yine dondurma..

yolunuz üsküdar'a düşerse ya da düşürmeye çalışın ve kanaat lokantası'nın dondurmasından yiyin.. sütlü tatlılarıyla birlikte de deneyin isterseniz ama bence, dondurmasını ayrı bir deneyin.. çikolatalısını yerken çikolata, kaymaklısını yerken süt tadı alabildiğiniz, gayet yoğun-maraş gibi- ve lezzetlidir dondurması.. vişne ve limon gibi meyveli olanları ise eski usul, buzul yapıda, serinletici...

bir de beşiktaş'taki roma dondurmacısı'na uğrayın.. belki size de çocukluğunuzu hatırlatır, belki dondurmasını çok seversiniz.. ben genelde çok karışık dondurma yemem,en fazla üç çeşit.. tatları karışıyor falan diye.. ama roma dondurmacısı'nda kaideyi bozarım.. türk kahveli olanı tadın, böğürtlen, karamel, kaymak, çikolata, vişne... aynı çok özendirici reklam çalışmalarındaki gibi, rengarenk,üstüste...

motor sistem..

ben küçükken dışarı dolaşmaya çıktığımızda bir seçim yapmam gerekirdi.. mısır mı yiyeceğim yoksa dondurma mı.. ikisini birden yemenin zararlı olacağına dair artık yeterli bilgim oluştuğundan,neden ikisini birden yiyemeyeceğimi de sormazdım... her seferinde, gönlüm seçmediğim diğerinde de kalarak birini yerdim...
sonra aç karnına da yenmezdi dondurma ya da mısır.. mideyi bozardı falan...
neyse işte büyüdüğüm halde çocukluk alışkanlığı şeklinde yine yemedim bu ikiliyi bir arada ve aç karnına..(ikili denmez aslında hiçbir zaman birarada olamayanlara)
iyi ama bunlar besin değil miydi,aç karnına neden yenmesindi..önce bu "zinciri" kırdım...
ve biri ana yemekse diğeri tatlı olamaz mıydı... sonra da bu zinciri..
mısır yedikten sonra dondurma yemek... ne güzeldi, tüm çocukluğum ve büyüme evrem sırasında yapmak istediğim bi'şey..(hahaha embesil gibi oldu biraz,neyse..)
fakat gördüm ki, bu oluşuma hazır olmayan mide ve daha ziyade arkadaşları bu işe biraz bozuldu.. ki biz arkadaşlarına motor sistem de deriz... o gün bugündür, bunları bir arada yine yemiyorum diyemem.. canım istediği zaman istediğim şeyi yiyorum..

ve anladım ki, eğer yerleşik bir sistemi değiştireceksek bunun iki yolu var.. ya bir anda ve .ıçarak, ya yavaş yavaş alıştırarak...
(iyi de ben böyle bir sonuca bağlamayacaktım,bu nerden çıktı, biri bilgisayarıma mı girdi.. bu yazı alegorik değildi ki.. mısır ve dondurma bişeyi temsil etmiyo ki.. motor sistem de öyle.. yoksa ediyor mu.. amaaan napiyim ederse etsin, isteyen istediğine yorumlasın mı diyim.. yoksa şu son paragrafı silerek tüm bunlara bi son mu vereyim..bunları niye ciddiye aldım ki iki dakkada, altı üstü tırtır olma üzerine bi yazı işte...)

not: bu yazıyı yazan kendini tutamadı ve dondurmalı bir yazı daha yazdı..

Çarşamba, Ağustos 01, 2007

serinlik...

ne soğuk,ne sıcak.. ferah değil,ama zıddı kesinlikle değil.. serin..
yağmursuz ama güneşsiz de bir günde, ifil esen rüzgarda, sabit durur gibi yürümek caddelerde.. enerji harcamıyor gibi... berrak değil ama sigaradan hafif közlenmiş bir ses, hiç sigara içmemiş bir nefes gibi.. yok,berrak aslında.. dingin.. kuş tüyü bir yatağa kendini bırakır gibi.. sarılmak gibi yumuşacık ama sıkıca...

bir daha seyrettim say something videosunu...
ne güzel süzülüyor yaşlar, o ses ne güzel çıkıyor o sırada..

Salı, Temmuz 31, 2007

efsane geri döndü..

nası mutlu oldum ya, manyak mıyım ne... tv'de reklamı görünce, geçen sene rockncoke'a placebo'nun geleceğini öğrendiğim zamanki gibi, kalbim hop etti... polo şeker yeniden piyasaya çıkıyormuuuuuşşş.. heyyooo...
bir de polo'dan daha önce yaşamıma girmiş, ortası delik olmayan, tadı ve kıvamı polo gibi olan,çocukluğumun şekerleri vardı.. hey gidi hey...

ya ben james'e neden gitmedim.. manyaklığın yanısıra salaklık da mevcut...pufff...

olleeey polo....

ama ama ama james... ühüüü..

Say something, say something, anything
I’ve shown you everything
Give me a sign
Say something, say something, anything
Your silence is deafening
Pay me in kind
Take a drug to set you free
Strange fruit from a forbidden tree
You’ve got to come down soon
More than a drug is what I need
Need a change of scenery
Need a new life
......
Whenever she's feeling empty
Whenever she's feeling insecure
Whenever her face is frozen
Unable to fake it anymore
Her shadow is always with her
Her shadow could always keep her small
So frightened that he won't love her
She builds up a wall
Oh no, she knows where to hide in the dark
Oh no, she's nowhere to hide in the dark
She's a star
She's a star

Pazar, Temmuz 29, 2007

başka türlü birşey..

özlediğim birşeyler var..belki hiç yaşamadığım, belki bildiğim.. insan, hiç bilmediği birşeyi özler mi.. tadını, kokusunu, verdiği hissi, düşünceyi bilmediğin birşeyi.. bilmek derken bizzat tecrübe etmediğin birşeyi...
sanırım özler..
özlediği, yaşamında eksikliğini hissettiğidir aslında.. ve dolayısıyla neyi, kimi özlediğini bilmeden özler.. sonra eksikliğini hisettiği şeyin gerçekte aslen varolup olmadığını düşünmeye başlar, öyle ya belki hiç olmayan, hiç yaşanıp tecrübe edilememiş birşeydir özlediği.. belki insanın özelliğidir eksikliği/ eksik hissetmesi... sonra arayışlara da geçer, bulduğunu sanır..
ve inanmak..
önemli bir varlık kaynağı.. ve yine dolayısıyla, özlediği şeyin illa ki, mutlaka var olduğuna, ona sahip olamasa da, görüp duymasa da, dokunamasa da-ya da bir zamanlar yaşamış olup sonra kaybetmiş olsa da yine- var olduğuna inanır, inanır ki eksiklik hissi az da olsa giderilsin, bir umudu olsun...
peri masallarını, sihirli değnekleri seviyor olmam da ondan ya...
.
.

baska turlu bir sey benim istedigim
ne agaca benzer ne de buluta
burasi gibi degil gidecegim memleket
denizi ayri deniz havasi ayri hava
nerde gorduklerim nerde o bekledigim
rengi baska tadi baska
bir baska yolculuk dalindan dusmek yere
yasadigindan uzun
bir tatli yolculuk dalindan inmek yere
agacin yuksekligince dalin yuksekligince
ruzgarda
ve bir yeni omur vardigin cimen yesilligince...

c.yücel

başa çıkmak...

tatil dönüşü işe başlanılan hafta genelde insan kendini kötü hisseder ama bu kez tersi oldu biraz.. tamam işe başladım diye harika hissetmedim ama topladığım enerjiyle feci verimli çalıştım-kendime göre yani,kimsenin sırtımızı sıvazladığı falan yok..
gerçi cuma geldiğinde hoşaf olmuştum.. yeni bir tatile ihtiyacım vardı, eheheh..

tüm sene çalışıp,1 ya da 2 hafta yapılacak olan tatilin hayalini kuruyoruz.. yani benim için hayalini kurabileceğim başka birşey yok, öyle evdi, arabaydı falan filan.. 2 hafta tatil için, sene boyunca eşek gibi çalışıp, posamızı çıkarmalarına izin veriyoruz.. daha da genellersek, çalışmak için yaşar vaziyette, özgürlüğümüzü satıp, sonra onu 2 katı fiyata almaya çalışıyoruz.. böyle devam etmemeli, ama ne.. para kazanmak lazım, kazandığımız 3 kuruş da olsa, yine ironikomik bir şekilde bize özgürlük veren, düdüğümüzü öttürmemizi sağlayan birşey.. gerçi ben 40 yaşıma da gelsem- ki az kaldı-, milyarder de olsam birşeyin değişeceği, ailemin algısının farklılaşacağı falan yok.. onlara verdiğim değer sebebiyle benim hissettiğim duygu açmazlarının açılır hale geleceği de..

işin kötüsü artık duygularım da köreliyor.. birşeyleri seviyor ve değer veriyorum evet, ama bir noktadan sonra da boşvermeye meyilleniyorum...
eskiden yaptığımız her tartışma sonrasında..... nasıl hissederdim hatırlamıyorum, hatırlasam da yazamayacağım.. ama artık, neyse eyvallah deyip geçiyorum... ve tabii bu beni rahatsız ediyor.. sadece aileme karşı değil, hiçbir kimse ve şeye beni üzebilme hakkını vermiyorum... bu "hak" beraberinde birçok şeyi de engelliyor.. yozlaşıyor muyum, yoksa çoktan yozlaştım mı bilmiyorum...

bodrum bodrum..

2 hafta tatil yaptım, bir buçuğa yakını istanbul dışında geçti.. aynı süre zarfında, epeydir görüşmediğim-yani konuşmadığım- arkadaşımla da konuşmaya başladık, hiçbirşey olmamış gibi, daha dün bırakmışız gibi... güzel oldu..

bodrum'daydım..ilk defa gidiyordum.. oteldeki bir görevli bana yalnızkurt diye hitap ediyordu-bozkırkurdu dese ne şahane olurdu- çünkü tatile yalnız gitmiştim.. hadi tutma kendini, "yalnız mııı" diye sor, çoğu kişi gibi.. hatta kimisi hınzır bir gülümsemeyle sordu, sanki sakladığım birşey varmış gibi, insanlar tatile yalnız gidemezmiş gibi... gibi gibi gibi... evet evet yalnız.. yapayalnız.. klasik cevabımı vereyim önce, yalnız tatil yapmanın da keyifli tarafları var, özgürsün, kendi kafana göresin, kendinlesin..tabii sevdiğin, anlaştığın insanlarla da tatil yapmak güzel,ama olamıyorsa ne olacak.. kendine yetme, kendini eğlendirme denemesi aslında.. yalnız kelimesinin kendinden sebep ince bir sızısı varsa da..
(klasik olmayan cevabımı yazmayacağım..eheh)
neyse efendim, bodrum'da çılgın eğlencelere, partilere falan katılmadım, sakin geçirdim.. bitez'deydim, güzeldi.. denizde şarkı söyleyip, etrafı umursamayan 3 kızda kendi gençliğimi gördüm, denizüstü konuştuk, sonra onlara "abla" oldum, tatil sonuna kadar da isimlerimizi öğrenmedik.. (ablaa bara gidiyoruz bişi ister misin..) otelin eski bilardo masasında oynamaya çalışanları izlerken onlarla lafladım, oyunlarına katıldım, onlara "s.hanım" oldum.. (feci de dağıttım hani yani onları..) sahilde voleybol oynayan turistlere bulaştım.. birgün gündoğan'a gittim (denizi daha güzeldi).. kahvaltı masasında bana eşlik eden serçeleri besledim, arsızdılar ama serçeydiler işte..
falan filan şeklinde 1 hafta geçirdim..
bitmedi.. sonra izmir'e geçtim,arkadaşıma uğradım, 2 gün.. denizi buz gibiydi, ayaklarım denize gömülü kaldı sandım... yiğitliğe şey sürdürmemek için de iki kulaç attım çıktım, ama ölüyorum sandım... (sandım sandım sandım, değiştirmicem cümleleri işte)
neyse... salı günü istanbul'a döndüm.. cuma arkadaşlarımla takıldım, pazar oy kullandık, aslı'yı evlendirdik..veeee tatilim resmen bittiiiii....

bodrum'a bir de arkadaşlarla gitmek gerek..evet..

Perşembe, Temmuz 26, 2007

sabah beri...

saate bakıyorum.. yani öyle özel bir sebeple değil, raslantısal aralıklarla, alışkanlıkla falan.. ve her seferinde saat ve dakika birbirinin tam katı, simetriği, asimetriği falan oluyor(09:09..11:33..12:21 gibi) bayıldım.. uzun süredir bu takıntımı unutmuştum..ehehehe...

ve evet..tatilden döndüm hatta tekrar çalışmaya başlayalı 1 hafta oldu neredeyse.. üzerime hala yapışık olan tatil enerjisi giderek azalıyor sanırım.. azalmasın diye salak sulak gülümsüyorum etrafa... gitmek mi zor, dönmek mi ruh hallerimi esip geçirtiyorum ki, düşünmeye başlarsam yine karamsar olurum..

tatil sonrası çok şey var canım kafamda, böyle bi öğle arasına sıkıştırmiyim..

not:yaşasın otomatik kaydetme..

Pazar, Temmuz 01, 2007

papatya...

yabani çiçek sınıfında sanırım papatya, her ne kadar saksılarda da yetiştirilse de, çayırda, çimende baharın gelişiyle pıtrak oluverir... sarı-beyaz bir halı görünümü bile oluşur yanyana gelmiş olan bir dolusuyla, ama yalnızdır aslında.. kardelen gibi inatçı ve güçlü bir kişiliği yok gibidir görünürde; naif, duru, saf, sade, güzeldir daha çok... sarısının canlılığı haydi birşeyler yapalım enerjisini, beyazının netliği ağırbaşlılığı mı temsil eder yoksa.. gel-git ruhlu insanlara mı benzer, ondan mı severim acaba... papatya gibiyim,beyaz ve ince olmasa da...


bildiğim; her baktığımda/gördüğümde birşeyler serpiliyor içime...

hayıf hayıf..

efendim bu hayıflar şu saatlerde james'le karşılıklı şarkı çığırtamadığım için ..
evanecense konserine gitmediydim ki(ev ayarlama durumları, para durumları vs yüzünden), radar live fest.'e gideyim diye, ama gidemedim.. ve biliyorum ki, gün geçtikçe, gidememişliğimin içsel patlamalı etkisi artacak.. bi pufffff demek istedim...
mırıl mırıl.. gettin away with it all messed up, gettin away it with all messed up.. dur, copy-paste teknolojisini kullanayım ya da..

Are you aching for the blade?
That's OK, we're insured
Are you aching for the grave?
That's OK, we're insured

We're getting away with it all messed up
Getting away with it all messed up
That's the living
Daniel's saving Grace
She's out in deep water
Hope he's a good swimmer
Daniel plays his ace
Deep inside his temple
He knows how to serve her

We're getting away with it all messed up
Getting away with it all messed up

Daniel drinks his weight
Drinks like Richard Burton
Dance like John Travolta
NowDaniel's saving Grace
He was all but drowning
Now they live like dolphins

We're getting away with it all messed up
Getting away with it all messed up
That's the living
We're getting away with it all messed up
Getting away with it all messed up
That's the living
We're getting away with it all messed up
Getting away with it all messed up
That's the living
Oh, getting away with it all messed upGetting away with it all messed up........

Çarşamba, Haziran 27, 2007

^_^

sıcak günler yaşıyoruz..iklim değişiklikleri diyorlar.. su azalıyor.. su artıyor..

secret diye bi kitap var, dilden dile, elden ele dolaşıyor.. mutluluğun sırrını, pozitif düşüncenin gücünü falan anlatıyor..

pozitif düşünmek, hissetmek..evet.. bizi,insanlığı bunun kurtaracağına inanıyorum ben de.. ama bu öyle kolay birşey değil.. her yanımız kötü haberlerle doluyken umut taşımak, olumlu bakmak dahası bunları kafada yapılandırmak zor...

secret'ı okuyan arkadaşım sıkkın olduğum birgün, "dur sana bir bölümünü okutucam" diyerek verdi kitabı.. yok yok öyle bi anda mutluluk sardı falan demeyeceğim.. hayallerinizi resmedin diyordu, onlara ulaşmak istiyorsanız...

ve o sıra, hayalim olmadığını anladım.. üzerinde gerçekten beklentim olan, istek duyduğum, çok arzuladığım şeyler yoktu..ve küçük, basit şeylerdi isteyip,takıldıklarım.. epey bir zaman önce vazgeçtiğimi hatırladım büyük hayallerden ve onları arzuyla istemekten... korku muydu, belki... ve gitgide pelteleştiğimi hissediyorum... ve sanki gayet sert zeminli bir yolda yürürken yol yavaş yavaş yumuşamaya başlamış ve ben bunu hissetmeme rağmen yürümeye devam etmişim..ve giderek yolun içine doğru girmeye başlamış ayaklarım..yavaş yavaş yutmaya başlamış beni... ve öyle tuhaf ki, beni yutacak kadar kaygan, yumuşak,emici bu yolda yürürken, etrafımda dokunabileceğim kadar gerçek şeyler de bekler olmuşum...

belirsizlik ve beklentisizlik içinde kaybolmuşken, kesinlik ve netlik de arar olmuşum...

ve kendim için taşıdığım tüm olumsuzlukların katbekat fazlasıyla ve ters bir şekilde, hiçbirşeyin insanların düşündükleri kadar olumsuz olmadığına inanıyorum...

sıcak..hayır olsun...

Pazar, Haziran 24, 2007

ayın insanlara göz kırpmasıydı yarım ay..

hareketli bir hafta sonu geçirdim.. hoşaf başladım hoşaf bitirdim,ama yorgunluk mutluluğu yaşıyorum..
cuma gecesi güzeldi, bugün trafiğe rağmen güzeldi..
ve trafiğin kalça ve ayaklarımda oluşturduğu ekstra yorgunluğa rağmen-deniz ve güneşin dışında- bende bıraktığı güzellik çocukluğumu hatırlatmasıydı.. kötü şeyler de güzel zamanları hatırlatabiliyor işte..
efendim yazın pazar günleri şile'ye giderdik.. teyzeler, dayılar, kuzenler..
tüp gazdı, çaydanlıktı, bidonlarla suydu-köy çeşmelerinden- börekti, mangaldı, yol üzerinden alınan ekmekti.. şile'nin virajlı yollarıydı, mide bulantılarıydı, "geldik mi" sorularına "az kaldı şu tepenin arkası" cevaplarıydı.. ulaşınca araba kapısı arkasında "miyo" giyinmelerdi.. denize ulaşmaya çalışan yeni doğmuş kaplumbağa yavruları gibi tek sıra dikenlerin arasından yürümeler, ayağa diken batmaları, zift bulaşmalarıydı.. kumda yetişen rasgele dağılımlı zambaklardı.. güneşe çıkmadan önce yarım santim kalınlığında güneş kremiyle sıvanmalardı.. deniz simitleriydi.. dalgaydı, rüzgardı.. deniz sonrası bi dilim karpuzdu.. yol kenarından böörtlen toplamaktı... dönüş yolunda teyze'nin kolunda uyuya kalmaktı.. eve dönünce "canım acıyooo"lardı, uykudan önce ılık süt ve ekmekti... dahası, fazlasıydı...
ve o virajlı yollar boyunca konvoylardı.. babacım nasıl yorulurmuş demek kiydi..
herşeyiyle güzelmişti...

Çarşamba, Haziran 20, 2007

düşündükleriniz kayıt altındadır..

hafızanın işleyişi ne tuhaf dimi, düşüncelerin kelimeye dökülüşü, yazılışı... anların oluşturduğu duygular ve bunların sözlerle ifade edilmeye çalışılması..ve ifade edilenden çok daha fazlasının beynin kıvrımları içine takılması...
ne zamana kadar.. benzer düşünce ve duyguları tekrar yaşayana, yaşayan biriyle karşılaşana kadar mı.. yada hatırlamak istendiği sürece mi...
unutmak insanlığın sahip olduğu en büyük nimetse de, tamamen silinmiyor çoğusu.. unutulduğunu, hatırlanmadığını düşünmek istediğimiz şeyler halini alıyorlar sadece..
neyse konu bu değil, konumuz unutmak istemediğim, kelimeye de dökemediğim, yaşadığım anda hissedip, düşündüğüm haliyle muhafaza altına almak istediğim yaşantı parçaları... üşengeçlikten ziyade yaşandığı anın tüm hallerini yansıtamayacağını düşünerek sözleri araç kılmamak yaşananlara...
hayat değişik, tuhaf, lezzetli..ve hayatı böyle kılan, çok zaman sinirlerimizi bozsa da, insan... öyle hızlı değişken ki rollerimiz, düşüncelerimiz; minibüste şoföre para uzatırkenkiyle, para üstünü bir başkasına verirkenki halleri bile farklı...
ama yine de isterdim ki beynimiz tüm o parçacıkları unutmasın ve güzelce harmanlayarak yazılı olarak bize sunsun.. yani malzemesi hazır, otomatik olarak kullansın işte... yoksa yaptığı zaten bu mu...
-bak engeliyor beni.. kendine saklıyor, bugüne dair minik minik parçaları birleştirip bir resim sunmamı istemiyor-

Pazartesi, Haziran 18, 2007

böcek ölüsü..

odanızın bir köşesindeki ölmüş sineği, böceği atmak istediğinizde ne yapıyorsunuz... kağıda, tuvalet kağıdına falan mıncırıp çöpe atıyorsunuz dimi.. ben de öyle yapıyorum.. ama böceğin kendisini hissetmeyecek kadar kalınlıkta hazırlamam gerekiyor kağıdı.. evet hissetmemeliyim..

Cuma, Haziran 08, 2007

gün olur bu aşk burada biter.....

bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
solarken albümlerde çocuklar ve askerler
yüzün bir kır çeçeği gibi usulca söner
uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir
yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler
bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
-ataol behramoğlu
--kumdan kaleler


gün olur, alır başımı giderim,
denizden yeni çıkmış ağların kokusunda
şu ada senin, bu ada benim,
yelkovan kuşlarının peşi sıra.
dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
çiçekler gürültüyle açar;
gürültüyle çıkar duman topraktan.
hele martılar, hele martılar,
her bir tüylerinde ayrı telaş!
gün olur, başıma kadar mavi;
gün olur, başıma kadar güneş;
gün olur, deli gibi...
-orhan veli
--zülfü livaneli

Pazartesi, Mayıs 28, 2007

aklımdayken..

elendim.. pazar günü yapılan şirketlerarası turnuvada karting yaptım,ama elendim.. üzüldüm.. daha iyisini yapabilirdim çünkü.. çok takmadım ama.. eskisi gibi üzülmüyorum galiba bazı şeylere, önemsemem mi azaldı acaba....

kendimi alışverişin kollarında avutmaya çalışırken oxxo'ya girdim.. bi iki bişi aldım, oxxo yine şirinlik yapmıştı, zaman zaman yapar böyle şeyler.. şort alırsın cebinden ufacık bi notla anahtarlık çıkar, ne zamandır beni bulmanı bekliyodum falan diye.. kasaya gelirsin küçük saksılarda çiçek verirler,köklü möklü yani.. ayrıntıları sevebilen biri olduğum için de ayrı bir sempati beslerim kendilerine... bu kez de papatya veriyorlardı ki, papatya yani..eheh..
sonra kasadaki kız ismimi sordu, önündeki kağıda yazdı.. sonra o kağıdı tekrar kağıt bir zarfa koyarak bana verdi.. kağıt zarfın üzerinde tema vakfının ismi var.. açtım içindeki kağıt sertifikada sayın bilmemkim oxxo'dan almış olduğunuz ürünle hatıra ormanında falan fıstık... anlatırken bilhassa çok kereler kağıt diye zikrettim çünkü bana abes geldi.. tema vakfı aracılığıyla hatıra ormanı için katkıda bulunuyoruz ve gereksiz yere kağıt israfıyla bunu belgeliyoruz.. kıza bişi demedim tabii,o ne yapsın...
böyleyken böyle işte...

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

yorgunum...

hissetmek, düşünmek, yapmak, alttan almak zorunda olmaktan, çabalamaktan, ödün vermekten, beklentim yok diye kendimi avutmaktan, güçlü olma gerekliliğinden, kendimi bunlara zorunlu hissetmekten yorgunum...
kendi yorgunluğuyla uğraşma lüksüne sahip biri olabildiğim için de şükrediyorum o ayrı...
dümdüz denizde sırtüstü seyrederken gökyüzünü, 2 dakkada bir kafayı doğrultup,kıyıdan uzaklaştım mı, dalga geliyor mu, etrafımda balık var mı diye bakınma huzursuzluğu gibi...
yok yok öyle değil,uymadı bu benzetme...
ne bileyim ya,yuh diyorum kendime..
ne uğraşıyorum, ne yorgunluğu bu anlatacağım diye yorulmayla...
saçmasın,safsata...

Çarşamba, Mayıs 23, 2007

hay allah...

ne çok birikmişim.. ama yazasım yok aslında hala...
hem izindeyim ben, kafamı dinliyorum.. paylaşmamı isterse anlatırım sonra ben de....

Salı, Mayıs 22, 2007

biz heybeli'dee...

bir hafta boyunca organize olmamız sonrasında, 20 mayıs pazar günü ada vapurundaki yerimizi almıştık.. (yazmayı mı unuttum nedir 5 kez silip yazdım cümleyi, hayırlısıyla konuşup bitircez inşallah)
her ne kadar şampiyon olduğumuz kesinleşse de, pek kıymetli bir maçı da devirmiştik önceki gün.. ama sonradan(gün boyunca gs-fb muhabbetinden başımın davul olduğu sıralarda) tekrar anlamıştım ki, yensek de,yenilsek de, şampiyon da olsak suçluyduk, sevinmek hakkımız olamazdı... ve nedense beşiktaş'a sataşan yoktu.. herşey fb-gs arasındaydı.. aman neyse yahu buralara nereden geldik...
vapurun tıklım tıklım ve bazısının ayakta kalmasının farkında bile olmayan bir arkadaş da sazını yol boyu tıngırdattı... be mübarek iyi, hoş da bi sor bakalım herkes dinlemek istiyor mu...neyse dedik geçtik... vapurumuz heybeliada'ya yanaştı ve biz indik... ev sahiplerimiz, can arkadaşımız emrah ve pek sevdiğimiz eşi müge bizi karşıladı.. çayımızı içtik.. günün planını yaptık... 14.00'te mangal yanacaktı ve yavaş yavaş akşamı edecektik... ancak kafedeki plan eve uymamıştı, mangal 12.00'de yandı ve biz 14.30 sıralarında çatlıyorum, şiştim nidalarıyla oturduğumuz yerde dönedursak da gün sonunda 5 kilo köfte, 7 kilo tavuk kanat afiyetle bitirilmiş oldu.. (akşam 19.00 sıralarında waffle ve kaşarlı tost yerken oha! şeklindeki tepkilere de maruz kaldık tabii... yani kaldım)

ada sakinliği pek hoşuma gitti, her ne kadar burada ne yapar insan diye sorsak da kendimize, sanki istanbul'da ne yapıyorsun gafil, her gün alemlere mi akıyorsun diye cevabı yapıştırdık... sanırım, içine kaynaşmasak da her zaman, etrafında bol insan ve hareketlilik olmasına alışmış kişiler olarak garipsiyorduk bu durumu.... olasılıklar azdı ya, belki de ondan...
ama orada da arkadaş çevren oluyordu, komşular, muhabbet, çevre, dinginlik... kardeşlik, barış...

Perşembe, Nisan 26, 2007

sıradan bir gün müydü..

spor çantamı akşamdan hazırlamıştım, genelde salı akşamları gidiyor olsam da,bu hafta planda değişiklik yapmıştık.. aslında neredeyse %85'i benim iradem dışında gerçekleşse de bağrıma basmıştım bu planı...

şöyle ki; pazartesi tatildi, salı gününü pazartesi gibi hissettiğimden çantamı almamıştım... yaaa... sonra çarşamba günü giderim derken, canım arkadaşım çarşamba bowling oynamayı teklif etti, uzun süredir birlikte vakit geçiremediğimiz için mutlu mesut olurladım... fekat gel gör ki, canımcımın baş ve mide ağrıları yüzünden planı yine iptal ettik..

ama bende planlar bitmiyordu... anında şimşek çaktı.. evet evet haftabaşından beri süregelen ertelemeli olaylar ilahi,kozmik bişeysel bir etkiydi aslında.. yine şöyle ki; perşembe günü beşiktaş-fenerbahçe maçı vardı ve trafik berbat olacaktı, dolayısıyla ben spor yapacaktım ve mesai servisiyle dönecektim,o saate kadar da trafiğin esamesi okunmayacaktı.. işte nadir de olsa dört ayak üzerine düştüğüm bir zamandı...

kendimi fazla yormadan sporumu yaptım,bitirdim, paldır küldür (saçıma fön bile çektim gerçi) hazırlandım.. ve çıktım...
tataaaa...bütün araçlar duruyordu ve evet bu hayrını bilmediğim bir alamet olsa bile hiç hoş değildi.. mesai servislerinin çoğu hala yoldaydılar ve garaja ulaşamamışlardı... kaderim gerçek kimliğine geri dönmüştü işte.. ama ama bi saniye,yine bir şimşek çaktı... bunca trafik varsa ve araçlar gidemiyorsa,belki normal çıkış servisimiz de daha buraları terk edememişti.. allahtan çoğu zaman yaptığım zevzekliği yapmamış ve servis şoförünün telini kaydetmiştim... bir taraftan(x) ana caddeye yürüyor,bir taraftan(y) bugün neden etek ve dolayısıyla topuklu giydiğimi düşünüyor, diğer taraftanda(z) şoförü arıyordum... aman allahımdı, henüz maslak'tan çıkamamışlar ve bana 5 dakikalık mesafede gıdımla ilerliyorlardı... o anda y boyutu sebebiyle kendime küfretmiştim.. ve beni bırakın siz kendinizi kurtarın diyerek iyi yolculuk diledim...

şimdi nispeten boş bir minibüs bulacaktım daaaa, beşiktaş'a gidecektim deeee...derken bir serap misali beliren minibüse atladım, balmumcu dolaylarında da bizim servisi gördüm...allahtan basiretim bağlandı da,durun beni de alın demedim... onlar köprünün kabız kavşağına girmeye uğraştığı sırada, beşiktaş'a doğru sülün gibi süzülüyorduk ve ben kendimi nanik yapmamak için zor tutmuştum...

ve şimdi şansımı tekrar değerlendirmeye aldım... kabul etmek lazım, böyleydi bu hayat, oyun oynamayı seviyordu işte...

ve fiil çekimi nasıl başlarsa öyle gider derlerdi de inanmazdım,ama doğruydu... öyle miydi..
yaşadığım bu duygu yoğunluğu ve yeterince yorgunluk sonrasında uykuya dalmıştım... bu yazıyı kim yazıyor bilmiyordum... ama ipucu bırakacaktı ve onu bulacaktım.. bulmasam nolurdu ki.. evet saçmalamamalıydım, onu allah'a havale ettim ve uzaklaştım..

Pazartesi, Nisan 23, 2007

hidiv kasrı'nda iki gün..

bu haftasonu hidiv kasrı'nda geçti gibi oldu.. doğum yaptıktan sonra görüşemediğim,nerdeyse kızı yürümeye başlayacak olan arkadaşım-aydora- hidiv kasrı'na gelmişti ve beni çağırıyordu gitmezsem olmazdı.. cumartesi öylece oradaydım...
pazar günü de,kuzen-tuba- ve arkadaşlarımızla yaptığımız piknikvari dolanmalarımız sebebiyle önce mihrabat korusu'na sonra hidiv kasrı'na kapak attık... zati bu iki mekan aynı enlem üzerinde gibi birşey..

her iki mekanın da istanbul'a attığı bakışlar çok güzel, bunun ötesinde istanbul'un içinde olup, anlık kaçışlar yaşayabileceğiniz yerlerden...

her neyse iki senedir istanbul'da bir lale şenliğidir gidiyor.. geçen sene pısırık mı geçmişti nedir, bu sene daha çok gördüm parklarda, yol düzenlemeleri yapılan yerlerde vs...
konuya bahis hidiv kasrı'na da lale düzenlemeleri yapmışlar.. ferah ve şık olmuş.. bir de yabani ot görünümlü ama özellikle dikildiği hissedilen farklı renklerdeki bitkiler de değişik bir hava vermişti...

bu arada lalenin koktuğunu burada farkettim ve öğrendim...böyle işte..



hidiv kasrı'nda yaşadığımız düş kırıklığı için bkz.garson dediğin postası...

garson dediğin..

bütün gün yorulmuştuk, acıkmıştık, kanlar ne beynimizde, ne midemizdeydi, ne kanı ya, kanımız yoktu ki bile...üşüyorduk... uzaklarda ışığı yanan,bacası tüten bir yer görecektik nerdeyse, masal kahramanı olabilseydik... her yer nasıl da kalabalıktı, ama ama burada huzuru bulacak, sıcak birşeyler yiyecek ve sonsuza dek mutlu olacaktık,evet hissedebiliyorduk... işte boş bir masa bulmuştuk bile,hem sandalyeleri de vardı...

-bi menü alabilir miyiz..
-getiriyim...
---ne üşüdük ama, acıktık da, şudur budur..vıdı vıdı...
-(buyrun.. dedi galba ve menü geldi)..
---hmm neler varmış,bakalım, yemekler,içeceler hede hödö bıdı bıdı.. düşünmeler vs ve karar aşaması...
-sipariş verebilir miyiz..
-(tabii.. dedi galba)
-ben tavuk şinitzel ala..
-yalnız şunu söyliyim... size en hızlı çay ve tost getirebilirim, yemek olarak isteyeceğiniz diğer şeyler 45 dakkadan önce gelmez..ha içerde açık büfe var oradan daha rahat alabilirsiniz istediğinizi..

-? (içerde oturmak istiyo gibi mi duruyoruz)
--?!(bizi mi düşünüyo gerçekten, kendini mi)
---?!?(şaka mı bu)

-hmm hömm.. ben oturmadan önce şöle şöle bişi gördüm servis ediliyodu ama menüde nedir bulamadım onu..
-menüyü bilsem söyleyebilirdim..
-(hınkk?!! nası yani hebelep...basiret bağlanması..)hmm şöyle bişiydi gördüğüm aslında ama..
-ne gördüğünüzü de bilmediğim için bişi diyemiyorum...
-(oha demek istedim... yok yok boğazını sıkmak..kalkıp gidelim..hayıııır olmaz, onun istediği de bu olmalı) iyi biz bi şinitsel 5 çay,3 tost istiyoruz...

---ne bu yaaa
--bizi bezdirip kaçırmaya çalışıyo kesin..
---hödükcan mı ne bu,başından savmanın da bi adabı olsun ya...
-dimi dese ki,efendim kalabalık yüzünden yetişemiyoruz, memnuniyetsizlikler olabiliyor, içeride de şöle şöle bişiler var, dilerseniz falan...
--hayır fecahat bi kalabalık da yok ki...
----yüzsüz denemez,pişkin de olmaz,kösele desek...

yemek 45 dakkadan önce gelmedi cidden,hayır adama soramadık da baştan yapmıştı pazarlığı... 3 kez ekmek hatırlatması yaptık, yan masalardan yükselen çatalım yok,bardak eksik sesleri de harikaydı... kendi aramızda durum komedileri çevirdik..
tespitler yaptık, görünürdeki tüm garsonlar koşturuyor olsa da, organize olmayınca olmuyordu işte..
buraya 2.kez geleni tebrik etmek lazım diye konuştuğumuz esnada yanımızdan geçen garsonun lafa karışıp haklısınız,biz de destek eleman olarak alındık,asıl kadrodan değiliz gibi tuhaf cümlelerine ne diyeceğimizi bilemedik ilk anda... neymiş efendim burası bilmem kaçyıldızlı olsaymış.. bakın diye böldüm tabii, yüzlerce kafeye gittik yıldızları yoktu, daha da kalabalıklardı ama böyle bir hizmet de görmedik,buna hizmet bile denmez ya neyse...
biraz olsun rahatlamıştım ama gol atmamızı sağlayan pası kasiyer verdi...

-bilmemkaç lira..
-buyrun.. şikayet/öneri formu gibi birşeyiniz var mı acaba...
-ehe yok efendim..işletme müdürümüze iletebilirsiniz, ama o da burada değil..
-burada olmadığı belli zati...(doksana çakamamıştık belki ama goldü işte.. yihhuuuuydu ..)

istanbul'un sahil yolları..

trafiğine rağmen seviyorum bu yolları... hatta boğaz köprüsü'nden 2.köprüye oradan ilerisine doğru uzanan yollarda trafiğin yavaş akmasını seviyorum bile, etrafa, evlere, balık tutanlara baka baka gidebiliyorum diye... ne hayaller dönüyor allahım, hele baharsa ve ağaçlar yeşillenip, çiçeklenmişse...

Pazar, Nisan 22, 2007

yaşlandım galiba..

yüzümdeki belirgin çizgilerin artışı, bana teyze diyenlerin sayısındaki artış, yorulmalarım, nefesimin yetmediğini hissettiğim zamanlar ve aklıma gelmeyen fakat eski ve şimdiki ben arsındaki bir dolu fark değil bana bunu düşündürten... midem...
çöplük gibi kullanabildiğim midem hassaslaştı artık-öyle kullanırsan hassaslaşır tabii deme-.. hep derim zati duygusal bir organdır diye, yani sinirlendim mi, sevindim mi, heyecanlandım mı.. sor mideme anlarsın,yalanı yoktur yani.. ama mide yanması, bulanması, şişmesi nedir bilmezdim gibi birşeydi... yoksa bunca zamandır o da içine mi atmış nedir...
geçtiğimiz perşembe yediğim midye sebebiyle-tamam üzerine kokoreç de yedim ama ilk defa yaptığım bişi deil yaa- yaşadığım zehirlenme türevi olay sonrası kusmalarımın-pardon- bile şekil değiştirdiğini hissettim.. detay olacak ama, midemi rahatsız eden birşey mi yedim,içtim çıkartır rahatlardım, bu perşembe sabaha kadar ne yaşadım bilmiyorum.. geçen hafta pazar günü de benzer bir sabahlama yaşadıktan sonra, yaşlandığıma karar verdim işte...
eski midesizliğimi geri istiyorum...

Pazar, Nisan 15, 2007

yatağımmmm...

geceyi bir başka yerde geçirdiysem ve uyuduğum yerde uykuyu bulamadıysam rahatça, üzerine baş ağrısı,mide bulantısı gibi şeyler de eklendiyse hele... eve döndüğümde yastığımı, yatağımı öpüp koklayasım geliyor...hem bunu yapmam için tertemiz sabun kokması da gerekmiyor, o da beni özlüyor ki, şefkatle kucaklıyor her zaman...

Çarşamba, Nisan 11, 2007

kendi intiharıma ağladım..

bir ağlaya,bir güle geçen, standart ötesi olağan,normal bir günün ardından yine servisteydim.. güzergah köprü yolu,menzil ev... sabahları uyanırken düşündüğüm şey,akşam eve dönüş yolunda yapacağım kestirmeler...

eski ben nerede kim bilir...iş çıkışlarımda direkt eve gitmemek için illa birşeyler bulup, etrafta tozduğum zamanlar..servise binmeden önce, yaşlandım galiba diyerek gülüştüğüm arkadaşım, bankadan bankadan, enerjimizi emiyor dedi ki, doğruydu bence de..

neyse işte, bindim servise.. uyku öncesi gün muhasebesi yaptım yine, genelde gülümsemelerim olsa da, heyecan ve mutlulukla geçmez bu anlarım, bir sigara olsa da yaksam dediğim çok olur mesela.. ne zaman..nasıl.. masal değil bu.. kim değiştirecek..ama bu yaşam.. ne zaman..nasıl......... balmumcu'ya kadar uyumuşum... gerçi çok da geçmemişti,trafik pek yoktu..köprü de rahattı zati...
sonra birden köprünün ortalarında durdu trafik... boğaz'ın bir sağına,bir soluna uzunca baktım... sisli ve puslu olsa da güzeldi işte... müzikçalarımda jeff buckley başlamıştı, last goodbye... cep telimi kapadım, ekşi sözlükteki komik diyaloglar geldi aklıma, ihtimal bırakmadım böylece... şoför a.bey'den kapıyı açmasını rica ettim, boş bulunup açtı o da,sağolsun... koşarak refüjden atladım... atlarken montum takıldı, tökezledim... ara yola düştüm.. o sıra a.bey'in durun diyen sesini duyar gibi oldum... köprünün korkuluklarının bu kadar yüksek olduğunu tahmin etmiyordum, bir duvarın üzerine çıkmak ister gibi hızla zıpladım.. boşlukta savrulma ve yalpalama arası bir durum ve anlık bir tedirginlik hissi sonrası, herşeyi bırakıp gidebilme özgürlüğünün yarattığı heyecanla zonklayan kalbim..başım... .... ............

bir an tüylerim diken diken oldu ve kendi intiharıma ağladım... kendimi teselli ettim sonra, çengelköy'e gelene kadar da kabullenmiştim,maalesef yaşam böyleydi işte... insan neye alışmıyordu ki...

Pazartesi, Nisan 09, 2007

insan olma sanatı..

"çöp atmak yasaktır" denmesi mi gerekir, parka, yola, duvar diplerine çöp atılmaması için.. "ölümcül derecede tehlikelidir" dense ne farkeder ki, çöpünü oraya atmaya niyetlenmiş kişi için..

kaldı ki, hayati olabilen konularda bile gayet geniş işkembeli davranılıyorsa.. mesela emniyet şeridini keyfince kullananlar ne cins oluyor acaba... trafik sıkıştı mı, dert etmeyin emniyet şeridi sizin rahatınız için tahsis edilmişti zaten, buyrun geçin haşmet mabatları... engellemeye çalışıyorsun da, dönüp ters ters bakıyorlar..

herkesin kendisi doğru bir de, yargılamaya, hakkınızda hüküm vermeye nasıl da hazırlar..

velhasılı zor vallahi, okulu da yok ki gidilsin...

Pazartesi, Mart 26, 2007

pazarınardı..

bozuk para şarjörü...
minibüslerde var bunlardan 4 ya da 5 sütunluydu sanırım.. şoför para kutusundaki fazlalık bozuklukları oraya diziyor,aşağı doğru bastırarak-yaylı herhal dibi-ve şarjöre benzettim ben onu..
ne tuhaf dimi,minibüs yerel birşey sonuçta, içindeki aksesuarlar zati ayrı bir alem de,böyle lokal,yerel her ne haltsa kullanıma yönelik "yan sanayi" ürünlerine bitiyorum...opsiyonel donanım ehehe... adamın biri oturmuş,düşünmüş,tasarlamış böyle birşeyi minibüsler için, üretmiş.. yaa...
.................

yeğen ve teyze...
arkadaşım doğum yaptı diye ziyaretine giderken irem'i de götürdüm... kerem'i evde bıraktığım için üzüldüm aslında ama, oluyor böyle işte... iyi ki götürmüşüm ama, hastaneye gelen diğer iki arkadaşımla ziyaretten sonra çay bahçesine gittik salacak'ta ... arkadaşım da oğlunu getirmişti onunla oynadı falan... değişiklik oldu,iyi vakit geçirdi..bana da iyi geldi...
.................

balans ve performans...
teoman'a gittik bu cumartesi...(öncesinde hepberaber türkiye'nin yunanistan'la maçını izledik...coştuk falan...) teo'nun biletlerde program saati 22.00 diyor,maç sebebiyle de 23.00 gibi oradaydık.. çok kalabalıktı... adam 12'yi geçiyordu çıktı ve 1.30 civarı bitirdi.. neler oluyor,neden ama derken, herhal dedik saatlerin ileri alınmasını hesaba kattı... düşünceli adam vesselam... halbuki benim kurtlarımı dökesim vardı daha, ama arkadaşlar da başımız ağrıyo,yorulduk vs deyince çıktık maalesef.. kendimizi anıt büfe'de yemeğe vurduk ve evlere döndük...
(ben arkadaşımlarımda kaldım tabii,bu yaşta hala daha "eve dönüş saati" diye bir olgum var,onu aşacaksam ayarlama yapıyorum evvelinden ve dışarıda kalıyorum)
...............

oyuna başlangıç...
bazen başlangıçlar rasgele olur bilardodaki gibi, ilk vuruş sonrası topların dağılışı gibi...
şöyle bir bakarsın hangi toplar avantajlı diye... ve ilk seçim anı burasıdır; düz mü olsun, parçalı mı?seçtin... sonra ikinci aşama; hangi topa vurarak devam edeceksin? karar verdin... veee vuruş... işte bu anda herşey ya yolunda gider, ya kopar... doğru kararlarla doğru vuruşu yaptıysan,diğer toplarında da şansını devam ettirmen kolaylaşır, ancak yanlış yaptıysan seçimde ya da vuruşta, başlangıçtaki o avantajlı durumunu kaybedersin...
hayatta da böyle oluyor gibi geliyor bana...hani ilk düğmeyi kaydırarak iliklediysen, diğerleri de yanlış oluyor...
sanki.. öyle mi..bazen canım.. her olayda değil tabi.. tabii mi... her neyse...
................

Salı, Mart 20, 2007

kendime kendimi hatırlatmak...

unutuyorum evet.. hayat hengamesinden mi,neden bilmiyorum..
bilmiyorum lafını da ne çok kullanıyorum.. hiçbirşeyden emin değilim neredeyse...

çocukken çoğu kişi yapar bunu, ayna karşısında şarkı söylemecilik,tiyatro oynar gibi oyun oynamacılık falan..
sonraları, kendini kendinden başka açabileceğin kimsenin olmadığını düşündüğün zamanlarda da,sohbet arkadaşın olur kendin.. ağlarsın,gülersin... kendinle... bir de,güçlü olmak "gerekliliğinden" yapabilirsin bunu.. güç gösterisinden ve zayıflığını göstermek istememekten ziyade, senin ağlayıp sızlandığın arkadaşının bir müşkülü olursa,sen zati kendini zor toparladın diye sana gelmezse ve yalnız kalırsa diye yaparsın bunu...

tabii kuyruğu dik tutmak gereken yerler ve durumlar da var,çevremiz hep arkadaş,dost kaynamıyor.. dimdik ve sağlam olduğumuzu göstermemiz gerekiyor çok zaman...işte öyle zamanlar sonrası şişen içimizi kendimize boşaltır da rahatlarız yine... sağlam dostuzdur vesselam...

neyse efenim, insanın kendine kendini hatırlatma zamanlarına ihtiyacı vardır... ne kadar değerli,ne kadar önemli olduğunu,-herkes gibi- biricik olduğunu, kendimizi kendimiz olabildiğimiz ve kendimizi cesurca ortaya koyabildiğimiz için sevdiğimizi...-ve birilerinin sevmesi için değil-başta gerçekten kendimizi sevmemiz gerektiğini... ve ve ve bunun gibi şeyleri...

böyle zamanlarda bazı eski yazılarımı da okurum...şaşırır,sevinirim... durum budur yani...

Pazartesi, Mart 19, 2007

bitter çikolata...

kakao oranı yüksek olanlarını öyle zararsızmışlar gibi tüketiyorum ki, endişelenmeye başladım aslında.. dil altı hapı gibi çekmecemde duruyor..
şeker tadı da az hissediliyor ya, yiyince içim bayılmıyor ya, diğer çikolata türevlerini yediğimde illa su içmem gerekse de bunlardan sonra içmesem de oluyor ya, diğerleri gibi başımı da ağrıtmıyor ya... tıkır tıkır tüketiyorum...
şeker tadı hissedilmiyor diye kalorisi de azmış gibi mi algılıyorum nedir, aman diyorum nasılsa serotonin salgılatıyor... ohh canıma değsin...
müşteriye mi kızdın bi kırt, çok mu sevindirik oldun bi kırt, canın mı çekti iki kırt, sistemi mi taktın kafaya birkaç kırt...
yaşasın kakao oranı yüksek çikolatalar!!

Cuma, Mart 16, 2007

sevgilim taxim..

karmaşasını mı seviyorum, kalabalığı içinde görünmeden dolaşabilmeyi mi..
çokluğun içindeki tekliği.. hamur olmadan,yoğrulmadan kaynaşabilmeyi mi...
peki ya, başka yerlerin sun(a)madığı özgürlüğü nereden geliyor..
hem, ne istanbul hanımefendisi, ne bıçkın delikanlı...
her adımlayanın ruh haline bürünebilen, hissetmek istediğinizi sunabilen bir..bir.. bir..yer... herhangi "bir yer" değil tabii...
semtler insanın dostu olur mu... olmaz olur mu asıl..
kadıköy, moda, çengelköy..yeniköy, beşiktaş, taxim... hepsi başka başka zamanların,duyguların paylaşımcısı...
hmm bir de x vardı sahi, kullandığım...
taksim,suların toplanarak şehre dağıtıldığı,taksim edildiği yermiş ya hani.. işte x sanki yolların kesişimini ve yollara ayrılışı gösteriyor.. ondan x ile yazmayı seviyorum taxim'i...taximimi..

bu foto mart ayının ortasında çekildi... hayret kaldırmamışlar dedim ve çektim, ama neden kaldırsınlar ki...

ps: sevmedim bu yazımı,istediğim gibi olmadı... ama yazdım da şimdi bu kadar, silmiyim dedim...

Pazar, Mart 11, 2007

mısır ve çağan ırmak

bu cumartesi-pazar bankanın eğitimi vardı, yani pek haftasonu gibi değildi... eğitim esentepe'deydi, cumartesi eğitimden sonra metroyla *taxim'e kaçtım.. yürüdüm, dolandım,kendimi yalnız hissettim..
tuhaf birşey şu yalnızlık, arayıp takılabileceğim birkaç arkadaşım geldi aklıma ama istemedim çağırmak...

dolanırken,daha doğrusu taxim'in başında haşlanmış mısır satan arabalardan gördüm.. nasıl ya?? mart ayındayız ve haşlanmış mısır.. yaz mısırını bilirim, güz mısırını bilirim de mart mısırını bilmiyordum... alsam mı,yesem mi diye kendimle cebelleştim,çünkü mısırın her türlüsünü severim, haşlanmışı birinci sıradadır.. patlamışına dayanamam... ikisinin de kokularına bayılırım.. ve soslusunu da çok severim... ama yemedim haşlanmış mısırı, belki daha vakti gelmedi diye...

biraz acıktığımdan hala'da kıymalı gözleme yedim,yetti de...

atlas sineması'nda koku'yu izlemeye girdim sonra... ve bekleme salonundayken çağan ırmak'a çok benzeyen birini gördüm.. gitsem konuşsam mı gibi bir dalga esti,vazgeçtim... salonda yerime oturdum, baktım ki o ve arkadaşları da girdi..şaşırdım.. fragmanlar başladığı sırada emin oldum, evet o çağan ırmak'tı, çünkü ulak'ın fragmanı bittikten sonra kapıya doğru yönelmişlerdi...
işte o sırada gidip konuşmam gerektiği düşüncesi baskı yapmaya başladı...ve...
yerimden fırladım.. kapının çıkışında onları yakaladım..
-çağan bey...(durup döndü) merhaba, rahatsız etmek istemedim ilk başta..
-rica ederim..
-ımm aslında siz olduğunuzdan emin olamamıştım,ama ulak'ın tanıtımını görünce tamam dedim.. böyle nefessiz konuşuyorum ama...hmmm şey.. ben, babam ve oğlum'u izlediğimden beri biryerlerde sizi görmeyi ve konuşmayı..yani aslında sadece birkaç şey söylemeyi çok istemiştim...vaktinizi de almak istemiyorum çok ama...
-önemli değil, dinliyorum..
-hatta bir yerlerde de yazmıştım bu düşüncemi...hmm, hani ömür boyu arkadaş olmak isteyeceğiniz birilerini tanırsınız ve varlıkları bile mutlu eder ya... işte babam ve oğlum'u izlediğimde hayat boyu arkadaşım olsa bu film dedim,tam anlatabildim mi emin değilim ama..neyse... ve size saygım arttı ve dedim ki işte, biryerlerde rastlamalıyım ki teşekkür edebilmeliyim...kısmet bugüneymiş...
-teşekkür ederim,çok memnun oldum...
-ulak'ı da merak ediyorum açıkçası..ama acizane ve haddim olmayarak birşey söylemek istiyorum...yani henüz,yeni, az önce tanıtımı görünce oluştu bu düşüncem... filmi görmedik sonuçta...
-rahat olun söyleyin...
-başlangıçtaki yazı karakterleri yüzüklerin efendisi'ndeki yazı stilini hatırlatıyor..tanıtımdaki görüntülerin ve atmosferin etkisi de... sonra ulak yazarken de arap alfabesine bir gönderme var sanki.. ne biliyim..keşke şey olsaymış..hmm... bilemedim aslında..neyse söylemedim sayabiliriz..
-önemli değil,söylediniz de sayabiliriz... iki durumda da teşekkür ederim...
-ben teşekkür ederim...

"koku" başlamadan önceki birkaç dakikada bu konuşmalar yaşandı, ama simülatif olarak... yani onların kapıdan çıkışları sonrasında yerimden ani bir kalkış yapmakla,boşverip oturmak arasındaki seçimi oturmak kazandı..maalesef..hayatın sunduğu, bu küçük, güzel tesadüfü böyle harcadım...



*taksim'e özel ve tek olarak x kullanmayı seviyorum.. taksi ya da faks yazarken bile kullanmamama rağmen... belki bir başka başlıkta daha ayrıntılı yazarım sebebimi...

Perşembe, Mart 08, 2007

eşya iradesi..

birşeyin lazım olmadığı tüm zamanlar ulaşılabilir ve fakat lazım olduğunda, ihtiyaç duyduğunuzda bulunamaz ya da eksik olması tuhaf değil mi... bizimle oyun mu oynuyorlar nedir..
çok basit misal, sürekli çantanızda bulunan -pek kullanılmayan, lazım olursa diye taşınan-birşey var, sonra çantanızı değiştirip bir başkasını kullanıyorsunuz..ve o gün bir bakmışsınız o şeyi çanta değişimi sırasında diğerinde unutmuşsunuz ve de lazım olmuş... yaa...
(insanları da "şey" kapsamına alabiliriz tabii...)

Perşembe, Mart 01, 2007

anneyle küsüşmek..

hiçbir zaman kırmak ve üzmek istemeyeceğiniz kişilerin başında gelse de,en çok tartışıp ters düştüğünüz kişidir anne...sizi en çok anlamasını beklemenizden belki ve en çok nazınızın ona geçebileceğini düşündüğünüzden, hoyratça laflar da edebildiğiniz kişidir yine...
2 haftadır konuşmuyoruz...nasıl,ne zaman sonlanacak bilmiyorum...
konu ne olursa olsun ben mıyışırım..mıyışırdım yani... şimdi yapamıyorum ama birşeyler engelliyor...
hiçbir zaman istediğim,hayalini kurduğum bir anne-kız ilişkisi yaşamadık belki ama böylesi de yakışmıyor...
offf ne tutuyor ki beni.. ne engelliyor... simülatif teorileri kafamdan savuşturmaya çalışıyorum bir de.. böyle küslük zamanlarında daha çok gelir ya insanın aklına,kalp sıkıştırıcı ya şöyle olursa, ya böyle olsa şeyleri..
eşya,şeyin çoğulu demiş miydim daha önce..demişimdir kesin..ya, böyle işte...

Pazartesi, Şubat 26, 2007

taksi..cikcikcik..

sarılar ya kendilerini minik civciv kıvamında falan mı sanıyor bunlardan bazıları bilmiyorum..-bazı demek için toplama oranlandığında az olan kısmını kasdetmek gerekir gerçi ya neyse..
hayır yani normal bir taşıtsın,diğerlerinden rahatça ayırtedilebilen bir rengin de var, neden görünmez olduğunu ya da görünemeyecek olduğunu zannediyorsun ki...
misal yaya olaraktan karşıdan karşıya geçeceksin dimi, doğal olarak uygun zamanı bekliyorsun ya da ne bileyim minibüse bineceksin yol kenarında duruyorsun... yavaşlayıp yanaşır gibi yaparak korna çalmalar, selektör yapmalar.. resmen taciz... geçen taksilerin %98'i bunu yapıyor yaw... kıyafetten mi,cinsiyetten mi acaba desen, alakası bile yok...
hayır asıl gıcık olanı,lazım olduklarında da bunlara kendini gösteremez,göstersen de durdurup binemezsin kolay kolay... çil yavrusu gibi kaçışırlar...
ne olduklarını bir çözseler,rahatlayacağız ama...
neyse...

Pazar, Şubat 18, 2007

pazar pazar esenler...

tadına doyulmayan ve tarif edilemeyen duygu..:
duşu açıyorsunuz...
suyu ılık derecesine getiriyorsunuz.. su orta şiddette akıyor olmalı...
başınızı arkaya doğru eğip, duş ahizesini alın ve saç kesişimine doğru tutuyorsunuz..
suyun arkaya doğru, kulaklarınızın üzerinden kalıp halinde akması lazım...
denizde dibe dalış sırasında duyduğunuz sese ve duyguya benzer şeyler hissetmeniz lazım...
başka bir dünyaya geçiş gibi...kopup gitmek gibi... masal gibi...
...................

aşure..
muharrem ayı'nın 10.günü itibariyle pişirilmeye başlanıyor hani.. gerçi tatlıcılarda falan bulunabiliyor diğer zamanlarda da,ama ben sevmiyorum dışarı aşurelerini...
zati tatlı yiyeceksem, aklıma bile gelmez, aşure istemek bir tatlıcıdan...
bizim ailenin aşurelerini severim... kıvamını, tadını, kokusunu.. bir de piştiği gün ılık ılık yemek büyük keyiftir... sütlü tatlılar da evde pişmişse, ılık severim ya,onun gibi... içinde çok fazla incir, kuru kayısı olunca da hoşlaşmıyorum.. gül suyu da çok olmayacak,şekeri de baymayacak.. fasulyesi,nohutu ağızda eriyecek.. üzerinde tarçını bol olacak.. ceviz, fındık olmazsa eksik kalır...
yani annemin aşuresi gibi olmalı ki yiyeyim...
..................

toplum öğretmenliği ana bilim dalı...
halim,selim, sakin sakin yolda yürürken,ofiste çalışırken tansiyonunuzu arttıran,sinirinizi zıplatan olaylar var ya... onlar için işte bu toplum öğretmenliği..
uzaktan eğitim metoduyla yapılabilir.. cd'ler hazırlayacaksın böyle -herkes neden cd kullanabilir oldu ki birden.. kitapçık hazırlayacaksın, kaset-bu konuya tekrar döneceğim- yapacaksın, sokağa çıkma yasağı günü gibi, bunlarsız sokağa çıkarmama günü yapacaksın... trafik polisi gibi,toplum polisleri olacak, ekipmanda eksik varsa ceza yazacak..alışmışız ya cezası olmayan şeyleri sallamıyoruz...ha yok hemen ceza yazmayacak,önce teste tabi tutacak baktı geçer not alıyor cezasız yollayacak..e tabii buradaki toplum polisinin de, toplum polisliği niteliklerine haiz olduğunu kabul ediyoruz...
sonra üşenmeyeceksin anlatacaksın, vazife herşeyden önce gelir...
sinirini zıplatan birşey mi gördün, toplantıya yetişmen gerektiğini falan unutup duracaksın, güzel güzel anlatacaksın... sokağa birşey atma, mantıklı, sağduyulu davran, stokçu zihniyeti bırak.. evet evet stokçu zihniyet var.. ve maddi şeyleri değil, zaman ve duygu gibi sayılamaz şeyleri de stokluyorlar.. bir nevi ben üstünlüğü ve güvensizlik duygusunun yansıması... ben yapamıyorsam, o da yapmasın psikolojisi.. varsa yani...
örneklerim aklıma gelse de yazsam, lakin gelmiyor şimdik... ortak kullanıma ait şeyleri-tükenmez mi düşündüklerinden nedir-sömürme içgüdüsü.. bu da varsa yani...
yahu biribirimizin yaşamını kolaylaştırmayı istesek, hadi kolaylıyamıyoruz diyelim zorlaştırmasaydık bari, nolurdu rabbim...
........................

kaset...
hala var kaset, satılıyor..kim alıyordur,görmedim hiç...satılıyorsa alıcısı vardır ama...
neyse konu karışık kaset... hani kendi kendimize boş kaset alıp -45,60 ve 90'lık vardı..tey tey teeey- radyodan, ordan burdan karışık şarkılarla doldurduğumuz kasetler... hey gidi hey... kendi kendimize vokal yapıp doldurduklarımızı saymıyorum tabii... koca koca walkmanler,gitgide kibarlaştılar..sora cd çıktı işte, biliyoruz gerisini..
...................

etbeni...
"ben ettim sen etme"nin tersi,düzü falan değil..alakası yok hatta...
benin etten olanı...
hani ilerde lazım olursa,"amanın senin de sırtında et beni varmış, yoksa kardeş miyiz" durumları falan için gerekirse diye söylüyorum... aldıracağım da kendisini, çünkü rahatsız ederliği arttı.. omzumdakini de...
rahat rahat sırtımı kaşıyamıyorum yaw, elime takılcak falan diye..ıyyyyy... korkuyorum, tedirgin oluyorum.. yani dicen ki, ufacık benden ne istiyorsun, da o benden ne istiyor ya... hatta, yuh bu yaşına kadar bişi olmadı da şimdi mi aklına geldi de dersin...
valla hiç ummazdım kendimden, vücut bütünlüğümü bozacağımı -hatta dövme yaptıramıyorum bu takıntı yüzünden- hele bir parçamı eksilteceğimi falan..
ama üzgünüm...
..............

bitti...

Cuma, Şubat 16, 2007

başlık yok..

aman canım, gün geçsin, heyecan olsun, gönlümüz neşelensin diyerek giriştiğimiz "aktivite"lerin üzerinden zaman geçtikçe,nedense, önemsemediğimiz o olaylara bağlı duygularımızın bizi didiklediğini hissederiz.. neden ki... belki de öyle değil..belki.. anlık bir görüş bu.. her an değişebilir.. mümkün.. her zamanki gibi...
çözümlemekten,çözümlenmekten, "kendimi" anlatmaktan sıkılmamış mıydım... sıkılmazsın sıkılmazsııın... yazmak isteyip de, yazacak "birşeyim" olmadığı zamanlarımdan biri sadece... e iyi...

Pazar, Şubat 04, 2007

dünya vatandaşı...

nowheria,nowheristan ya da hiçbiryeristan diye bir ülke duydum... toprağı olmayan ama birleşmiş milletler'in ülke kriterlerine uyan, türk-yunan karışımı lübnan'da yaşayan michel elefteriades diye birinin kurduğu ülke..

bu abinin röpörtajından şöyle de bir parça var..
"hayali bir ülke. hem hiçbir yer hem de her yer. nowheristan’da doğdunuz ülkeyi, kökenlerinizi, kültürünüzü unutup sadece siz oluyorsunuz. hiçbir yere bağlı değilsiniz, atalarınızın yaşayışından, onların kavgalarından ve ilişki ağlarından sıyrılıyorsunuz. örneğin bir ermeni ya da türk yıllar önce yaşanmış bir olayın yükünü üstlenmek zorunda değil. bir ermeni, büyükannesi türklerle problem yaşadığı için türkleri sevmemek zorunda mı? bunu reddeder ve nowheristanlı olur. nereden geldiğinizin, kim olduğunuzun, alışkanlıklarınızın hiçbir önemi yoktur nowheristan’da. bu ütopik ülkeyi 2003’te kurdum."

hepimiz k-pax 'liyiz...olleeeyy...gibi bi hissiyat uyandırmıyor değil...

tarih oluşturmak...

haberleri takip etmediğim zaman ne mutlu bir insanım diyorum...
günlerdir kafamın içinde birilerine cevap veriyomuşcasına dönen cümleleri,sıralı sırasız yazıp boşaltmak istedim.. kafam rahata ermeyecek yoksa..

kendi gibi olmayan,düşünmeyen, "diğerleri" diye tanımlanan ve sonrasında mazlum, çaresiz, tartaklanan insan haline dönüşen kişi veya kişileri, hepimiz biriz görüşü altında benimseyelim derken, gerçekleştirilen oluşumun yanlışlığına inandığını söyleyenlere, tam da karşı oldukları davranış şekliyle karşılık veren insanların hepberaber oluşturdukları ironik bir görüntü.. hrant dink cinayeti sonrasında yapılan tartışmaların oluşturduğu...
tek nefeste uzun bir cümle oldu, yayarak şöyle söyleyeyim.. "hepimiz ermeniyiz" şeklinde güruh oluşturmanın yanlış olduğunu düşünüyorum dediğiniz anda, neden diye sormadan..kendi gibi düşünmeyenleri cahil, yobaz, fanatik milliyetçi, faşist gibi hazır şablonlarla etiketlemeye meyilli insanların, aslında içinde yürüdükleri o düşüncenin temeline ters hareket etmelerinin ironikomik halinden dem vuruyorum...
hani önyargıları kenara koyun,önce hepimiz insanız,hem bir kişi düşüncelerinden ötürü "yargılanmamalı" demiyor musunuz,(aslen) demiyor muyuz...yani o kalabalığın içinde yürüsün yürümesin çoğunluk bunu savunmuyor mu...o halde, birlik olalım derken yeni cepheler oluşturabilecek hareketlerden önce daha öngörülü olunması gerektiğine inanıyorum diyorum ben de...
her kap ölçüsünce doldurulabilir, inat yaparsanız taşar, zayi olur...
"hepimiz biriz" ya da"hepimiz hrant dinkiz" söyleminin içinde bulunduğumuz toplum yapısına daha uygun bir kıyafet olduğunu düşünüyorum... hele "tarih yazarken" daha dikkatli olunmalı diyorum.. her insan diğerlerini de kendi gibi sanar ya hani, iyi niyetten maraz doğmayacağını düşünürsün..ama maalesef öyle olmuyor, saflığın suistimaline çoklarca kere şahit olduktan sonra temkinli davranmak gerekir bence...
uluslararası ilişkiler ya da toplum psikolojisi konusunda ilmi bilgim yok,kişisel görü ve düşüncelerimi söylüyorum... keşke herşey iyi niyetli insan ilişkileriyle yürüseydi,ama güç dengesizliği üzerinde yürüyen bir dünya "düzeni" var...ve hiçbir toplum homojen değil...
'anlatmak istenen bu kadar açıkken başka taraflara çekmek saçmalıktır' minvalinden cümleler ediliyor... tarih sayfalarından örnekler veriliyor, birbirine arka çıkan toplumlar üzerinden... aynı tarih sayfalarında "bu kadar açık" iyi niyeti olan ancak daha sonra bir başkasının-ülkelerin- menfaati için çarptırılan örnekler de yok mu... yani sizin niyetinize değil,siz olmayanların niyetine bakar yaptıklarınızın tarih içindeki yorumu... kaldı ki,üzgünüm ama verilen örneklerin de bu cinayet sonrası oluşan hareketle örtüştüğünü düşünmüyorum...
tepkilerin ya da sonuçların benzer/aynı olması, sebeplerin aynı olmasını gerektirmez... yine açayım.. "hepimiz ermeniyiz" oluşumu bir sonuçtur,ancak bunu hazırlayan sebepler,tarihte "hepimiz hederötüz" olarak şekil bulmuş diğer hareketlerin sebepleriyle aynı değildir... çevre şartları da aynı değildir...buradaki benimseyiş değil,pozitif ayrımcılık halindedir...ve ben tarihte örnekleri var diye, saptırılabilecek olmasından ötürü yanlış olduğunu düşündüğüm bir oluşuma hmmm doğru o zaman diyemem...

içinde bulunulan, düşüncelerinden ötürü devlet önünde yargılanmış bir kişinin hedef haline gelerek elim bir şekilde öldürülmesi olayıdır... şimdiki haline baktığımızda ise türk-ermeni davasının uzantısı haline gelmiştir ve sanıyorum ki, tarihin ileriki sayfalarında, türkler aleyhine kullanılabilecek bir konuma bile getirilebilir.. paranoyakça mı bu düşünce, aksine uluslararası diyalogları temel alarak baktığımızda gerçekçi geliyor bana...hani tarihten verilen örnekler var ya,o minval üzerinden kurulabilecek cümleyi bile görebiliyorum..
"türk tarihi boyunca iktidara gelmiş hükümetlerinin kabul etmediği ve sözde ermeni soykırımı olarak adlandırdığı olay, hrant dink cinayeti sonrasında asıl gerçeği gözler önüne serdi...türk halkının çoğunluğunun da ermenilerin zulme uğradığını ve ezildiğini düşündüğünü,yollara dökülen kalabalık ve hepimiz ermeniyiz sloganları gösterdi.... ezilen halkı benimsemek yönündeki bu hareket tarihteki diğer örneklerinin yanında yer almaktadır"

inanın bu zor birşey değil... tarih yaşandığı değil yazıldığı şekliyle hayat bulur...
işte benim vicdanımı sızlatan, asıl olayın sapmasıdır... elif şafak davasıyla ilgili ettiğim birkaç kelam sırasında, bilmemkaç nolu yasanın düzenlenmesi gerekir gerekmez bunu tartışmıyorum demiştim...herkesi aklı selim sanmak ya da olabilirliğine inanmak gibi bir yanılgıyla etmiş olmalıyım bu sözleri...
ama linç ve yok etme "kültürüne" bu kadar sahip çıkmış bir toplum içindeyken, insanlar gerçekten ne düşünmüş ve söylemiş de neden yargılanmış diye araştırma yapmaksızın hedef alınabiliyorsa,daha sonra beraat edecek bile olsa neyle suçladığınıza dikkat etmeniz gerekir... yoksa kişiliğiyle, düşünceleriyle değil, etiketleriyle var olur toplum karşısında..
lütfen artık doğru yere bakılsın ve kanun düzenlemesi yapılsın... hrant dink'i geri getirmez ama düşünen kafalarımızda yeni eksilmeleri önler umarım... bu olaydan elde edilebilecek bir kar varsa budur, türk-ermeni ilişkilerinin düze çıkma beklentisi ise bu cinayetle sağlanabilecek birşey değildir..bence...
herşey insanca ve haklarımızla yaşayabilmek adına olsun...

Çarşamba, Ocak 31, 2007

bilgi...

bilgiyi "reddediş"im ne zamandan beridir var bilmiyorum, net bir zamanı olduğunu sanmıyorum zati... ama yaşadığım hissiyatı hatırlıyorum.. ihtiyacım olmadığı ve hiç kullanmayacağım ve de ilgilenmediğim halde, "bilgili" insan olmak gerek dürtüsüyle kendime yüklemeler yaptığım zamanlar vardı...
sonra bir gün, ummadığım bir buhran anında, kendim için, istediğim için sahip olduğum bilgileri elimde gerektiği gibi taşıyamadığımı düşündüm... ve benim olmasıyla mutluluk veren bu donatılar için bile böyle düşünüyorsam, sırtımda boş yer taşıdığım diğer "yük"lere ne gerek vardı ki...
belki, bilginin insanlar arasında güç konusu olması ve ezmek için kullanılıyor olmasından ötürüydü bu yaptıklarım... belli ki ben de, ya ezilmemek ya da gerektiğinde ezmek için yapıyordum bunu.. ve reddettiğim aslen buydu sanırım..
taşımaktan sıkılmayacağı bilgiyi yüklenmeliydi insan, gerektiği için, bir gün lazım olur diye değil.. aynı evimizde atmaya bi türlü kıyamadığımız, birgün lazım olur dediğimiz ve de hiç lazım olmayan eşyalarla, hiçbir zaman lazım olmayacağını bilsek de evimizde bulunmasından mutluluk duyduğumuz diğerleri gibi... (mutluluk duyduklarımız canımızı acıtan bir zaman dilimini hatırlatıyor olsalar bile...)
evet, işte buydu.. bildiklerim sevdiklerimdi..
yaşasındı, kendimi nasıl seviyorsam öyle olmalıydım...

Pazartesi, Ocak 29, 2007

hava ayaz mı ayaz...

geceyi arkadaşlarında geçirmiş, vakitlice ayrılmak gerek düşüncesiyle öğleni geçerken çıkmıştı evden.. berrak,kuru ve soğuk havanın eşlik ettiği aslen kısa bir yoldu yürüdüğü.. gecenin yorgunluğuna rağmen hissettiği dinçlikle,dimağı da açılmış düşüncelerle hasbıhal ediyordu..
sonra bir an durdurdu bu kelimeleri,kafasından geçen düşüncelerine edebi tanımlar yapmak niye gerekiyordu ki... ve bunları başkasının aklından geçen şeyler gibi anlatmak doğru muydu peki..
tüm bu yan düşünceler ortaya çıkmadan önce kafasına takılansa, hayatının yolu gerçekten adımlamak istediği miydi... anda,bu yolun neresindeydi ve artık o yolu değiştirmek istiyorsa bunu yapabilecek enerjisi, isteği, kararlılığı var mıydı.. yeni yol nerelere götürecekti ki.. gerçi ne farkederdi, şu an yürüdüğünün de nereye varacağını bilmiyordu...
her ne kadar plansız programsız, kendisi oluşturmaktan ziyade oluşanlara verdiği karşılıklarla yaşayan biri olsa da, kafasının içinde,gizli köşelerde gezinen naif planları yok değildi.. yoksa bunlara hayal mi diyordu insanlar... tüm insanların,birşeyi gerçekten ortak tanımlaması mümkün müydü...
neyse neyse konu yine bu değildi... hayatının içinde dönegiden çemberler vardı... kiminin odak noktası kendisiydi, kimindeyse çemberin herhangi bir noktası.. ve sanki o,herhangi bir nokta olduğu yerlerde daha çok vakit harcıyordu,odak noktası olmak isteyerek... merkezde olmadığını farkettiği her seferinde ise kıymık batmış gibi canı acıyordu.. üflüyor,ovalıyordu cümlelerle.. hayır,canın acımıyor,buna gerek de yok, gerçekçi ol..gerçekçi?? bunlar gerçek değildi yani öyle mi..ortamlar,zamanlar, kişiler... gerçekliğine nasıl karar veriyorduk, hangi süreçlerden sonra gerçek olana dönüşüyordu yaşadıklarımız... gerçek olana inanılmıyordu aslında, inandığımız zaman gerçek oluyordu şeyler...öyle ya,herşeyin aslı astarı nasıl bilinebilirdi ki, algımız ve kabulümüz seviyesinde ve dolayısıyla değişkendi herşey... ve inanılan birşeyin bir süre sonra öyle olmadığının görülmesiyle yaşanabilecek incinme olasılığı yüzünden, hiçbirşeyin gerçek olmadığı kabulüyle yaklaşıyordu herşeye... ve madem geçiciydiler, plan yapmaya üzerinde kafa patlatmaya değer miydi...
mantıklı cümlelerle avutulmuş,ama donuk bir suratla boş boş bakındı etrafa...
lezzetli bir soğuk vardı... öyle ki,eve değil sahil kenarına gidip bankta denizi izleyebilirdi bu boş suratla...dakikalarca...
yolu giderek kısalmış, eve yaklaşmıştı artık...
alternatif planı uyguladı ve uyudu...

Cuma, Ocak 26, 2007

trojan..troya..truva..

bahsimize konu olanı, ne olduklarını bilmediğim bi cinsin uzun burunlarını bilgisayarımıza uzatıp sümkürdükleri şeyler..
iki gün önce sağolasıca tarayıcım çok güzel bişi bulmuş gibi bağrınmaya başladı.. yok et,parçala onu, öldür gibi emirlerime rağmen o sümük hala orada duruyo... tedirginim...

neyse..trojan deyince aklıma hep bitanecik brianımın söylediği, commercial for levi parçası gelir..
şarkının yazılış sebebi, aslen kime hitap edildiğiyle ilgili rivayetler var...neyse ne.. şöyle bir özelliği var ama, sabah dilinize dolandığında akşam kadar parça parça da olsa sölüyorsunuz...buyrun buradan alalım sizi...

...

you're the one who's always choking trojan
you're the one who's always bruised and broken
sleep may be the enemy
but so's another line
it's a remedy
you should take more time

you're the one who's always choking trojan
you're the one who's showers always golden
spunk & bestiality well it's an assisi lie
it's ahead of me
you should close your fly

i understand the fascination
the dream that comes alive at night
but if you don't change your situation
then you'll die, you'll die, don't die, don't die
please don't die

you're the one who's always choking trojan
you're the one who's always bruised and broken
drunk on immorality
valium and cherry wine
coke and ecstasy
you're gonna blow your mind

i understand the fascination
i've even been there once or twice or more
but if you don't change your situation
then you'll die, you'll die, don't die, don't die
please don't die
...

Cumartesi, Ocak 20, 2007

sabah sabah...

zar zor uyanmışsın.. ne giyicem telaşınla hazırlanmış, bayır aşağı-çok şükür ki- koşturarak servisine binmişsin.. servis+trafik= uyku demek artık... hele haftanın son günlerinde biner binmez uyku moduna geçiyor insan.. neyse... arada bir, gözü aça kapaya, neredeyiz kontrolüyle, sağdan sola falan dönüşler yapılarak en az yarım saatlik uyku çekersin..

bazen de sabah yarım saat fazla uyumak adına,servise binmeden motor+minibüs+müzik üçlemesiyle yol alınır ki, arada bir ve keyfiyetten olduğu için olsa gerek zevk bile verir...

...karşıdan karşıya geçen adama yol vermek için yavaşlayan servisin yanından hızla gelen motosiklet adamı havaya savurduktan sonra üzerindekileri-iki kişi- kaldırıma fırlatır... kaldırımdaki adamlar ayaklanır,biri başını elleri arasına almış,diğeri eli ağzında şaşkın, korkmuş sağa sola döner durur... perişanlar, günleri, ayları, yılları o anla yaşanacak...

üçüncü adam.. yolda yatan.. kanlanmış olan... hareketsiz... iki dakika sonra işine varacaktı belki ama artık iki dakika sonrası yok onun..

kafamdan geçen simülatif bi yaşam değil bu...

ama belki ben,bu sabah yarım saat daha fazla uyuyacaktım... keyifle beşiktaş motoruna binecek, yolda arabalarla dans ederek yürürken......... ya kazayı yapan bensem...
ya sevdiklerim.. herşeyin normal olduğunu sandığım bi anda bi telefon geliyo...... yok yok düşünme bunları diyip kafamı sallayarak uzaklaştırmaya çalışıyorum düşünceleri...

boğazım düğümlenerek geçirdim sabahı, normal bir cuma sabahı gibi değil... çok doldum, dualar ettim-sevdiklerimi, ailemi,kazadan beladan....- ağlamamak için sürekli bastırdım... ondan belki,bütün günü sünger bi beyinle geçirdim...

uyuyim en iyisi, sabah diş doktoruna gitcem...

Pazartesi, Ocak 15, 2007

beynelmilel..

vizyondaki aynı isimli türk filminden meraka sardım bu kez.. beynelmiNel değil miydi o, film için kelime oyunu, harf değişimi falan mı yapmışlardı, diye...
ama yoo değilmiş, doğruymuş beynelmilel yazılışı.. beyn=arasında, milel=milletin çoğulu yani milletlerarası.. hani herkesçe bilenen şeyler için kullanılır ya, meğer yanlış söylüyormuşuz...
böleyken böle...(herşeyin düzgün ya bu eğri kalmasaymış tabii)

sigara..

biliyoruz evet, zararlı birşey.. içilmemesi,içilen yerde dahi durulmaması gerek..
ve fakat, çok sık tüketmesem de, arada ve özellikle hiç olmadık zamanlarda-içmemin imkansız olduğu zamanlar- feci şekilde canım çekiyor... şimdi olduğu gibi(evdeyim ve gece yarısı..gece yarısı olmasaydı da,canım çooook istemezse sırf sigara için ayarlama yapmam* zati)..
evdekiler, arada bir bile içtiğimi bilmiyor.. çünkü bilsinler istemiyorum, çünkü bildiklerinde beni tiryaki*** sanacaklar,çünkü endişelerine endişe katılacak vs vs... neyse zati,böyle olması da sorun değil benim için...

sigara hiç içmediğim eski zamanlarda-evet tek bir tane bile içmediğim, hatta arkadaşlarımın belalı sigara avcısı** olduğum zamanlar vardı- rüyamda sigara içtiğimi görürdüm ve o nasıl güzel, nasıl tatlı birşeydi.. resmen tatlıydı, çikolatanın ucunu yakmışım içiyorum sanki.. içmeye başladığım sıralarda hep bu tadı aradım.. hatta aromalı olanları da denedim, vanilya, çikolata bilmem ne... yok, hiçbirisinde yok o tat.. adı üstünde rüyaydı işte...
o tadı bulamasam da, arada bir ve gerçekten canım çektiği için içtiğim sigara keyif veriyor... sigara içmiyorum aslında,kullanıyorum sadece diyelim..****

(ayrıca çok içince başım ağrıyo,sevmiyorum o yüzden.. bi de üstüste deriiiin nefes alırsam başım dönüyo,ki bu tip-keyif veren ama sakıncalı da olan- şeylerde kontrolü kaybetmeyi sevmediğim için, o anda söndürürüm...kapa)

*ayarlama yapmak: yapmak istenen birşey için çevre şartlarını kılıfına uydurmak ve normal,olağan birşey imajı vererek yapma çalışması
***tiryaki: düzenli ve fazlaca sigara tüketen
**sigara avcısı: sigarasını yakmak üzere kutudan çıkarmış arkadaşın sigarısını naifçe alıp ortadan ikiye kıran kişi-salak diyebiliriz bana,evet..
****: otlakçı olmamak için kendi paketimi taşıyorum yahu,o kadar...

Perşembe, Ocak 11, 2007

lost abla...

meşhuuuur dizi lost'ta kate olarak kendini gösteren taş abla evangeline lilly' nin orda burda çıkan haberinde* "koyu" hristiyan olması sebebiyle çıplak sahnelerde oynamadığı bilgisine rasladım.. eyvallah no problem.. bana ironikomik gelen hadise, popüler kültüre karşıymış ve evinde tv bile yokmuş teyzenin.. iyi de nası ya, tv dizisinde oyna ama popüler kültür,tv yasak, bıdıbıdı de.. biz de kendi çapımızda popüler kültür bıdısı yapıyoruz ama istikrarlı olmaya da çalışıyoruz, tamam mı büyükanneeee..
yok hayır,ne alakası var, kıskanmak bize yakışmaz...

* haberin doğru olduğunu varsaydık,pi de 3,14 alındı..

Cuma, Ocak 05, 2007

fevkaladenin fevki...

takıldım geçen hafta..fevkalade kelimesini çözümleme girişimim böle başladı.. fevkalade, olağan-üstü...
"fevk" üst demekti zati.. peki,alade kelimesini nereden ayıracaktım, kökü neydi.."alelade" ile nasıl bir bağlantı vardı.. her iki kelimenin içinde geçen ve ala(üstüne,üzerine) bağlacı ile ses benzerliği olan kısım gerçekten "ala" kelimesi miydi, yoksa arapça kelimelerin başlarında kullanılan article-tanımlık- ön eki miydi...
fevk= üst(kısım)
ala(ikinci a'da uzatma var)=üzerine
el(eklendiği kelimenin baş harfine göre uyum gösterir)=tanımlaç(latin dillerindeki gibi)

bu durumda:
aradaki kelime "ala" olsaydı; fevk+ala+(el?)de olacaktı,ki "de" diye bir kelime(isim) yoktu..
o halde fevk+el+ade idi, yani "ade" kelimesini bulmalıydım..
ve türkçe ile bağlantılı düşündüğümde zor olmadı, "ade" aslında bildiğimiz "adet" idi, görenek anlamındaki.. arapça'da sondaki t'nin okunmadığı durumlardan biriydi... fevkalade(t); bilinenin(olağanın)üstü..
bu durumda alelade(ala+el-ade şeklinde ve e düşüyor) ise, görenek üzere olan,bilindik demekti...

evet evet böyle olmalıydı..yanlış olabilirdi,ama ben kelimelerle uğraşmıştım,araştırmıştım ya...
yaşasındı...harikaydı..kendimi seviyordumdu...

şimdiki araştırmamız bir deyim üzerine,"kapıdan girerken ayağını sürerek girmek".. mağaza benzeri biryere girdikten sonra, arkamızdan bir dolu insan sökün ederek gelmişse böyle bir söz edilir..ama acaba neye istinaden...hmm...??

Salı, Ocak 02, 2007

karmaşık..

cennet ve cehennemin sadece bir imge olduğu ve öldükten sonrası için kullanılsa da, aslen her ikisini de bu dünyada yaşadığımızı söyleyen görüş zaman zaman aklıma gelir...
her ne kadar ben,her ikisinin de var olduğuna ve ölüm sonrasında-arafta takılıp kalmazsak- birine gideceğimize inansam da, ölmeden önce yani hayattayken de vicdani ve mental bir takım ızdırapların bunları yaşattığını düşünürüm..neyse..

saddam'ın idam edilmesi(bayram arefesi) sonrasında gazetede gördüğüm bush hükümetinin elebaşlarını kapsayan foto karmaşaya soktu beni.. hangisi zebaniydi,hangisi şeytan bulamadım..
idam edilen saddam da,çok kişiye acı çektirmiş ve yine birçoğunun nefretini kazanmıştı,hatta idamı sonrasında çifte bayram yaşayanlar-şii gruplar- vardı... öte yandan, saddam'ın ölüm haberini almam sonrasında yaşadığım ve tanımlayamadığım, "üzüntü" diyebileceğim duyguyu da anlayamıyordum... "yandaşlık" dürtüsü müydü...?!
ama ölen-idam edilen demiyorum- o fotoğraftakilerden biri olsaydı(ismi lazım değil bush) tüm dünyanın bayram edeceğine eminim..(kına tükenirdi)
neyse,ne diyordum... işte dedim ki, nerede yaşıyoruz... iyi ve kötünün-neye göre kıyaslıyorduk- hakkında hüküm verilemeyecek kadar birbirine karıştığı bu yer,neresiydi.. cennet olamayacak kadar çirkin, cehennem olamayacak kadar sakin...
dünyanın tanımı bu muydu...
evet insana has duygular, haller vardır... ama hepsi "insani" değildir... çünkü varlığını sorgulayabilme ve bunun farkında olabilme yetisine sahip bir canlının, her duygu ve düşüncesini uygulayacak kadar primitif olmadığı, kendine- nefs ve irade bütünü- hakim olabildiği düşünülür... kim düşünür, ben...
neyse..karmaşık olarak başlıklandırdığımız düşüncelerimiz bu kadar olmasa da,daha fazlasını söze dökemeyeceğiz şimdi diyerek uğurluyoruz kendimizi...