Pazartesi, Aralık 20, 2010

yalan dolan

anladığımı anlıyor musun bilmiyorum ama farkına varsan güzel olurdu...
...yani en azından güzelliğin bozulmazdı gözümde anlıyor musun...
beni aptal yerine koymana rağmen sana aptal demeye erinmek zorunda kalmazdım, içim de burkulmazdı...

bunları direkt söylesem, inkar edeceksin ve daha da değersizleşeceksin ya, ondan söylemiyorum.

bir insana değer vermek onun kendini aptal yerine koymasına daha fazla izin vermemekle eşdeğer bazen...

Cuma, Aralık 17, 2010

ferrari'nin dayanılmaz hafifliği

dün bol yağmur ve çok trafik vardı...
ben şanslıydım ve gideceğim yer için metroyu kullanacaktım. ıkış tıkış trafikte yanından geçtiğim ferrari'nin şoförü camını açıp " çok yağmur var dilerseniz bırakayım sizi de" dedi.
ahahah! afallamak mı, ne arar la bende afallamak, hem böyle birşeyin bana teklif edilmesi anormal derecede normal birşey. neyse ezber komutları açıp ;
"teşekkür ederim ama ferrari bile olsa bu trafikte metroya binmek en mantıklısı ve maalesef mantıklı biriyim" dedim. karizmaya bak ya,piiiüüü...
ne o cümle uzun mu geldi, niye şaşırdın, denmez mi öyle...
ama adam boş durur mu? (fıkra havasına bürüdüm)
durmadı...
elini beline götürüp silahını bana doğrulttu ve "ben kimim biliyor musun uleyn, kimse bana ukelalık yapamaz" deyip dan! diye beynime sıktı, evet bu satırları size öte yandan yazıyorum. ve biliyor musun beynime sıkmasaydı ne derdim... "bilmiyorum ama bilmemem değil öğretmemen ayıp" derdim,bunu yapardım evet. o zaman garantilerdim pekmez akmasını.
neyse...
adam boş durmadı kısmında kalmıştık...
"aslında doğru diyorsun, o halde ferrarimi garaja götürmen karşılığında sana 500tl vereyim ve ben böylelikle metroya bineyim" dedi. vay vay vay hırboya bak dedim içimden...

ya neden konuşmaların uzun olduğunu düşünüyosun sürekli, neden?
korna sesleri mi duymak istiyorsun arada mesela, nedir yani?
yok ama korna, trafik akmıyor ki zaman akıyor sadece.

bi an "bak beyim, ben basit bi..." diye cümleye başlayasım gelmedi de değil,valla. ama adama bakıp "çok şükür ki sen benden daha mantıklısın" dedim ve teklifi kabul ettim. herkesin bir fiyatı olduğu doğruymuş diye geçti aklımdan, kalbim sıkıştı, dalağım şişti, ne de olsa yokuş çıkmıştım az biraz.

500tl'yi aldım, ferrari'nin koltuğuna kuruldum, o ne keyifti ya...off... ve ilk gaz hareketinde öndeki araca çarptım.
hikaye bitti.
korna mı? evet artık bolca çalıyor.

......

yolda yürürken kafanızda kurguladığınız şeyin enerjisi ve heyecanına göre adımlarınızdaki temponun değiştiğini biliyor mıydınız?




istanbul için çözüm olabilir evet, kesin >>

Cumartesi, Aralık 11, 2010

ilkokulda fikir suçu

istanbul'un güzel semtlerinden bir ilkokul ve 1.sınıflardan birisi...
özne; çenesi düşük, her şeyi fazlasıyla sorgulayan, espiri yapmayı seven, hazır cevap bir çocuk.

çocuk,ders kitabının başındaki atatürk resmine bıyık, sakal vs çizip karalama yapmıştır ve öğretmeni bunları görür...

-oğlum bunları sen mi yaptın?
-evet ööğretmeniim...
-neden yaptın, yapmamalıydın!
-canım sıkılmıştı da ondan yaptım.
-ama yasak, atatürk'ün resimlerine böyle şeyler yapamazsın
-neden yasak ?
-çünkü o ülkemizi düşmanlardan kurtardı, düşmanlara karşı savaştı...
-savaşırken yalnız değildi ki öğretmenim başka askerler de vardı amaa.
-evet ama o bir önderdi, liderdi
-her insan grubundan bir lider çıkabiliiir
-tamam oğlum, bu kadarı yeter şimdi, git yerine otur.
*

akabinde çocuğun anne babası okula çağrılır, bu hareketinden bahsedilir ve ebeveyn okul pedagoguna yönlendirilir.
anne baba kendini zan altında hisseder, kendilerini açıklama haline girer. evlerinde bu konuşma ya da benzerlerinden zerre yapılmamıştır vs.
pedagog çocuğun davranışının, anne-babadan bağımsız olarak da, normal olduğunu, öğretmenin, karakterini de bildiği öğrencisine direkt yasak diyerek yaklaşımda bulunmasının yanlış olduğunu vs söyler. endişelenecek bir şey yoktur ve eve dönerler.

çocukla bir de anne-baba evde neden yaptığını,yapmaması gerektiğini, atatürk'ü sevdiğimizi vs konuşurlar.
çocuk yineler, ya anne ya atatürk'ü seviyorum ki ben, ama sıkıldım. her kitabımızda da resmi vardı bi tanesini öyle çizdim işte.

çocuk belki dediği gibi can sıkıntısından, belki arkadaşları arasında bakın ne yaptım komikliğine malzeme oluşturmak için, belki başka sebeple ama kesinlikle dur lan atatürk'ü karalıyım daaa aşağılamış olayım kalıbının dışında yaptığı bu hareketle ve öğretmeni sayesinde kişisel tarihindeki ilk fikir suçunu işlemiş oldu.


*diyaloglardaki cümleler aktarıldığı gibi kullanılmış olup müdahale yapılmamıştır :)

Salı, Aralık 07, 2010

tabii

mütemadiyen olmayan bazı şeylerin zaman zaman olabilirlik göstermesi, beklenmediklik yaratma koşullanmasının dışavurumsal yansımasıdır.
zira olmamasını istediğiniz şeyin oluvermesinin, olmasını istediğiniz şeyin bir türlü olmamasına oranı da hükmedebilirliğinizin şüphesel katsayısıdır.
tüm bunları bir kefeye koyarsak terazinin diğer yanına ne koymalıyızdır ki dengede dursun?
aferim, doğru boş bırakmalıyız, otur 100...
otur dedik yatıya kal demedik, hadi güle güle.

gayet iyiyim ya sen?

Cumartesi, Aralık 04, 2010

alıntı*

"yeni bir başlangıç yapmak istedim... ilişkimize değil, güne...
ilişkide yeni başlangıçlara inanmıyorum, o yüzden bitirmeden önce think it twice or more...
yeniden başlayan şey yeni bir şey oluyor, eskinin devamı değil... bu iyi de olabilir kötü de gerçi...
biliyorum cümlenin başından sonuna doğru gelirken yine fikrim değişti ve sanki tutarsız konuşuyormuşum gibi oldu...

maalesef ben böyleyim, sabit düşünemiyorum... çoğu zaman... bak sabit düşünemiyorum cümlesini bile genelleyemedim... neyse...

geçen gün yine metroda müzik dinlerken -yine dedim ama genelde mp3 çalarımı ofiste unutuyorum-

o kalabalık içinde bir su damlacığının içinde yolculuk ediyormuş hissiyle huzur veren parçanın mad world olduğuna karar verdim...

bunları yazarken sevdiğim, bayıldığım onlarca parçaya da haksızlık ettiğimi düşünüp yanaklarım kızarmıyor değil ^_^

böyle işte..."


*ben ancak kendimden bahsedebilirim...

Çarşamba, Kasım 24, 2010

gelen gideni aratırmış ve birisi giderse birisi gelirmiş, biri ölür biri doğar falan filan...

seviyorum ben, hele şımarsa ne olacak şımaracaksa o şımarsın diyebildiğim insanları şımartmayı (tamam bir daha oku cümleyi)... şanslıyım böyle birkaç insan var hayatımda...
ne güzel lan, düşünsene sevgiline falan bile yapamazsın bunu, hesap kitap girer işin içine... çok sevgi uzaklaştırır, şımarırsa dötü kalkar, aman bilmemne olur, bok olur püsür olur diye... ama arkadaş öyle mi ya, süper bir şey oğlum... gerçekten ve sadece yapmak istediğin için bir şeyi yapabilme özgürlüğünü verir sana o arkadaşlar, her arkadaş değil yukarıda dedik işte,onlar... ister itin dötüne sok, ister pamuklara sar sarmala... hem ince düşündüğün hem de teklifsizliği aynı anda yaşayabildiğin nadideler onlar,cancişler...

.........
ailem var ya,hani bir türlü kopamadığım,ayrı yaşamak istediğim halde ayrılamadığım...
neden diye düşününce, detaylara bakınca hele, tatlılar yaa...
akşamları türk sanat müziği eşliğinde örgü ören annem,ona meyve soyan ve kanal değiştiren ve bu yüzden annemden papara yiyen babam...
buna benzer bir manzaranın parçası olamayacağım için, sırf bu manzarayı seyredebilmek için bırakamıyorum sanırım...
(evet bunu isyanlara girdiğim zamanlarda bir daha okuyayım)

........

önceki postlarda da söylemiştim, kasım ayı en az doğumlar kadar ölümlerimizin olduğu ay...
ali dedem, ne çok severdim seni...
babaannem...sen beni de severdin bilirim...
ve bugün de komşu amcamız vefat etti; ben arkadaşlarımın facebooktaki kutlama mesajlarına kitap imzalayan biri edasıyla cevaplar yazarken...

"iyi ki doğmuşsun..."

........
ispanya'ya gitmiştim ya, hayata küstürdü adamlar beni... bir dali'yi bilirdik 'manyak' diye,meğer 'akıllısı' yokmuş ki... o nasıl bir düşünme şeklidir, düşündüğünü gösterebilme ve bilgisini çağının imkanlarını bilerek ve de aşarak kullanma yetisidir, nasıl bir azimdir, hırstır, meydan okumadır, kendini bilmezliktir... nasıl bir boşvermemeciliktir, aymamazlıktır, adam sende değilciliktir...
ve düşününce sen ne yapıyorsun, yapabildiğinin en iyisi ne ve neresindesin onun diye "bir bok değilsin" diyorsun, hatta pardon "kendini ne bok sanıyorsun" diyorsun... bahanelerin, amaların, tembelliğin ve boşvermişliğinle zamanının posasısın...

bir de üzerine sergimsi gezdim mi bugün, ağlamaklı oldum, küfrettim kendime...

gaudiler...*


daliler...*


......


duygusalım sanırım bugün, taksiciler için şiir yazdım akşam...


motordan indim yağmur başladı yağmaya
bir taksinin kapısını açtım,sordu bana "nereye"
dedim hemen, dolapdere...
ben gitmiyorum sor dedi öndekine...
koştum öndekine yağmurdan sıçan olurkene...
dedi gideceksin nereye...
diyemedim sana ne,
la havleyle dedim dolapdere...
ben gitmem dedi, sor arkadakine...
sabır dediğin evliyada olur dedim kendime...
bastım kalayı, bağırdım; arkadaki öne yollar,öndeki arkaya diye...
pinpon topu muyuz anasını satiim bu ne be...
hışımla yürüdüm daha da öne...
yemek yiyordu adam sordum "çalışıyor musun"
dedi arkadakine git yemek yiyorum...
şaka mıydı, bu film miydi...
bilmem bendeki sinir kayış mıydı,
koptu yine...
adam mı seçiyosunuz be?!
ne alakası var adam seçmeyle,
sana sordum mu nereye diye,
git bağır madem arkadakine,
yemek yerken çıkamam trafiğe...
şerefsizsiniz siz diye bağırırken adam duymadı,
insanlık dersini bana vereceğine...
iki kelam diyeydin ya diğerlerine...

sonra aklıma o kız geldi...
sinir olduğu taksi şöförü dövülünce üzülmeyen hani...
dedim kendime;
birisi o adamları dövse erimezdi yağlarım...
belki ben dövsem anca rahatlarım, hem vururum hem ağlarım...

bitti.


Salı, Kasım 16, 2010

ait olunmaz hissedilir


her şeyin...bi saniye yumaşatayım, çoğu şeyin temeli inanmak üzerine kurulu. kendini inandırabildiğin sürece var olur her-çoğu-şey... yani ben buna inanıyorum :)
ve bu inanma güdülenmesi enerjisini nereden alıyor, ilk gazı ne veriyor emin değilim. sanırım o "şey" ile kendi özünüz arasında kurulan bildiğiniz ya da farkında bile olmadığınız bir bağ sayesinde bir tercih oluşuyor, buna da his diyelim...
sevdiğine ve sevildiğine inandığın anda ilişki başlar, inancın yittiği anda da ilişki biter. ilişki illa kadın erkek ilişkisi değil tabii.

mesela aidiyet de tuhaf bir şey; arkadaşlarınızla güle eğlene gittiğiniz bir mekanda bir süre bulunduktan sonra ve ortamın eğlencesi aynı şekilde devam ettiği halde bir anda oraya ait olmadığınızı hissedip çıkıp gidesiniz gelir mi? (cvp evet olsun n'olur)
arkadaşlardan başladık öyle devam edelim. çok süper diyaloğunuz olan arkadaşlarınızla günlük geyik, sohbet, gezme tozma eylemlerinizin bir anında aslında onlarla diyaloğunuzun/arkadaşlığınızın o kadar süpersonik olmadığını, yani aslında olduğunu ama bunu belki de sedece sizin öyle sandığınızı, aslen o arkadaşlığa, o arkadaşlara ait/sahip olmadığınızı düşündünüz mü peki? (evet dimi, evet)

peki ya ilk gençlik dönemlerinde ve belki sonrasında da yaşadığınız, ben buraya ait değilim sanki hissi?

anlattığınız hatta anlatmayıp düşündüğünüz bir şeyi, bir başkasının, anlatmak isteseniz beceremeyeceğiniz bir şekilde anladığını düşündüğünüz zaman yaşadığınız mutluluk?
ya da belki ortada anlam,anlamak yok öyle olduğuna inanmanız var?


hayatımız kendimizi neyle kandırdığımıza göre şekilleniyor...

başarılı oldunuz, çünkü sen o detayı farketin, varlığın çok önemli...
bir işe yarayacakmış gibi çaba harcıyorsun bir de, halbuki sen 1 iken onlar 10 istiyor, debelenme...

sensiz olmaz...
kimle olsa olur...

sen teksin...
herkes aynı...
...


kendimizi çok da önemsememek gerek gerçi... inansak da inanmasak da o güneş doğuyor, dünya dönüyor ve hikayeler yazılıyor...
ama kendimizi ve kendimizi önemsemeyi seviyoruz. olan biteni, kendimize, düşündüklerimize, yapıp ettiklerimize, geçmişimize bağlamak bizim hayatla bağımızı da belirliyor. olumlu da, olumsuz da...


neyse, aidiyet demiştik... kelime olarak da hoşuma gider, var böyle sevdiğim kelimeler, mümkün olsa her biri üzerine saçmalasam...
ikili ruh hallerimin bir getirisi olarak bir mekana bağlı yaşamayı da seviyorum, bağımsızlığı da... birkaç ayda bir farklı semtlerde yaşasam mesela... ahah
gidişleri de seviyorum, dönüşleri de... ama dönmek zorunda olduğunda hala gidiyor olmayı istemek fena...
bayramın 2.günü gidiyorum...öyle "ooo yola çıkıyorum" heyecanı yok, sanırım sebebi de dönüşümün belli olması ve daha gitmeden dönmek istemediğimi düşünüyor olmak. "anı yaşa, anı yaşa!" mottosu yemiyor böyle anlarda, neyse keyif al canım...

tüm bu yazı da yoluma 'güzelleme' olsun diye, evet.

ve iyi bayramlar...

Pazar, Kasım 14, 2010

potasyum olsun mu başlık...

katı potasyum suyla hızlı reakte olurmuştu ve havayla bile temas etmemesi için yağın içinde mi ne saklanırmıştı... katı potasyumla lise kimya labaratuvarında tanıştım ilk ve son, içi yağ dolu beherin içindeydi ( beher nasıl çıkabildi ağzımdan sanki daha dün kullanmışım gibi diye şaşırıp google'da doğrulattım kendimi... )
neyse beherin içindeki o katı potasyum kakaya benziyordu, kaka dedim diye tükaka olmadım dimi... hem bok demedim ki. sanki kaka daha az boktan bir şey de kibarlık oluyor işte. neyse işte, sindirim ve boşaltım sistemim ne zaman sağlıklı çalışsa aklıma hep o katı potasyum gelir.
sonra da sağlıklıyım ne güzel diye sevinir mutlu olurum elimi yıkar çıkarım.
ama ofiste elini yıkamadan çıkanlar var hocam.


bu arada aklıma gelmişken şu ... (3 nokta) olayına açıklık getireyim. kimse sormadan açıklama yapma huyum sağolsun, ama bazen ölse iyi olur...neyse.
ben aslen .(nokta) ya da ,(virgül) gelebilecek yerlerde..(2 nokta) kullanırdım.
neden? çünkü çok evvel senelerden, birinden bana geçen bir alışkanlıktı. hem nokta koyunca yazının ciddiyeti artıyor gibi geliyordu, hem de sanki zaten zıp! diye noktayla bitecek nefeste olmuyordu cümlelerim. üç nokta ise hem çok uzundu, hem de anlamı derinleştiren bir etkisi vardı. hani benzetmek gibi olacaksa; nokta haber sunan spiker, üç nokta şiir okurken uzaklara dalan şair, iki nokta ise arkadaşıyla sohbet ederken arada bir çayına bakan samimi insan gibiydi benim için. ya da iki nokta benim için bir kaçıştı, eheh...
neyse işte seneler sonra, görüşlerine de değer verdiğim arkadaşım, bir ricada bulundu. imla açısından iki noktanın yanlış olduğu ve hatta öyle bir şey olmadığı, dolayısıyla kullanmamam üzerine. bilerek deforme etmiş olsam ve benim için bir "stil", bir alışkanlık olsa da iki noktayı bıraktım... yani sizin gördüğünüz tüm bu nokta ve üç noktalar aslında iki nokta ve çay bardağım da elimde :)


anladın sen, pek bir şey yazacağım yok da laf kalabalığı yapıyorum.
yazacaklarımı, yazarak ifade etmekten hoşlandığım zamanlarda yazmışım zaten.
ha yeni şeyler yok mu? değişmedim mi? değişmişim, en azından duygu ve düşüncelerimi daha az yazacak kadar, tembelleşmiş de olabilirim. (bu cümle böyle, kompakt) böyle dedim ya birkaç gün deli gibi yazasım gelir şimdi.


anlatılmaz yaşanır ifadesi çok keyifli, çok heyecanlı, çok başka, çok çok anlar ve yaşamlar için kullanılır ya... aslında yaşarken tuhaf geliyor ama anlatasım yok,anlatsan da bir cacık yok durumlarını da kapsar bence.
öyle yani...
(bak bazı kelimelerin anlamı olmasa da anlamı olur bazen... bir zamanlar bir anlam taşır olur da, kelimeye anlam veren de kelimenin anlamsızlığıyla kaybolup gitmiştir çoktan. sonra böyle kel alaka bir zamanda hatırlatır kendini... ne gülümsetir, ne üzer, sadece hatırlarsın işte...ve bönbön bakarsın o kadar, yolda sana seslenen ama kafanı çevirdiğinde tanımadığın birini gördüğün zamanki gibi)

hadi parantez içi bonusunu da kaptın, iyisin.. eheh.

Pazar, Eylül 05, 2010

"hobaaaaa evet/hayır dediniz kaybettiniiiiz!!!"

evet ve hayır hiç bu kadar anlam kayması yaşamamıştı...

insan ilişkilerinde kadın erkek arasında yaşanan diyaloglar için kullanılan bir geyiktir... kadın hayır demişse belki demektir, belki dediyse evet'tir...evet dediyse uuu kimbilir nedir falan diye.

fame city'de oynamıştım ilk, yerden çıkan köstebeklerin kafasına yumuşak balyozlarla vurup çıktıkları yere tıkıyorduk. son günlerde siyasiler için yaşadığım hissiyat tam da bunun aynısı; kafalarına vurup çıktıkları yere sokmak. iktidarı, muhalefeti, çapça büyüğü küçüğü hepsine aynı şeyi yapmak istiyorum.

birincisi; referandum olmaktan çıkmış ucubik birşey var önümüzdeki 12 eylül'de.
aslında soru çok basitti en başta...
anayasa teklif edildiği şekliyle değiştirilsin mi?
bunun için cevaplar yeterliydi de;
evet, değişiklikler eksik de olsa olması gereken şeyler, dolayısıyla değiştirilmesinde sakınca görmüyorum, iyi bile olabilir...
hayır, değişiklikler eksik, yetersiz falan değil yanlış. dolayısıyla değiştirilmemeli, sakıncalı buluyorum, kötü olabilir...

ama sonra ne oldu... yetmez ama evet'leri, yetene kadar hayır'ları demiyorum... onlar da ayrı terane.
sanki dersin ki genel seçim yapılıyor ve partilere oy vereceğiz. meydanlarda referandum konuşmaları, yolda yürürken ellere sıkıştırılan "neden hayır" ve "neden evet" broşürleri, caddelerde panolarda, sokaklarda(yerlerde) evet ve hayır yazıları...
bu iş öyle tavan yaptı ki; evet diyorsan ak parti iktidarını istiyorsun, hayır diyorsan da chp, mhp, bdp, tkp yandaşısın...bir nevi "koalisyon"cusun. 12 eylül oylaması sonrasında evet çıkarsa akp güven oylaması yaptığını düşünecek, hayır çıkarsa da nerdeyse eminim ki erken genel seçim talepleri gelecek.
bizim bilmediğimiz bir zamanda 'evet' ve 'hayır'ı parti tüzüklerine madde olarak almış olmalılar, resmen tescillendi evet ve hayır.

işte en başta yeterli olan evet ve hayır seçenekleri artık yetmiyor. hiçbiri kutucuğu lazım. oylamayarak, her iki kutucuğu da işaretleyip geçersiz oy atarak aynı etkiyi yaratabileceğimizi sanmıyorum. madem ki bu oylama anayasa değişikliği oylaması olmaktan çıktı, siyasilerin oyun arenasına döndü, istemiyoruz anlamında, düzen dağılsın anlamında değil. gerçi o zamanda da "hiçbiri"ni de üzerine tescilleyen biri çıkar onun da anlamı kayardı.

bir çok konuda olduğu gibi partilerden bağımsız ortak platformlar oluşamıyor. insanlar siyasi gömleklerini askıya asıp birlik olamıyorlar, halbuki bazı şeylerin partiler ve ideolojiler ötesi olması lazım.

erkan yolaç'ın kulakları çınlasın... niye kimse akıl edemedi, ettiler de sorun mu çıktı bilmiyorum. izmir marşıyla sandığa yürüyüp, mehter marşıyla dönüyor olsak ve fonda erkan yolaç'ın sesi olsa "hobaaaaa evet/hayır dediniz kaybettiniiiiz!!!"


Cuma, Eylül 03, 2010

at ki ihtiyaç duyasın

eşyaların böyle bir dinamiği var,elde tuttuğunuz sürece lazım olmaz da yeterince uzun süre beklettikten ve hiç kullanmadığınızı gördükten sonra atmanızın akabinde tataaa! bir anda gereksinim duyulur, bu taze öğreti sebebiyle atacağınız bir diğer eşyayı da yine yeterli bir süre saklamak üzere atmaktan vazgeçersiniz ve döngü bu şekilde devam eder.

ve her ne kadar bir şeyi sakladığınız sürece ona ihtiyaç duymayacağınızı bilseniz de bu huydan vazgeçemezsiniz... hatta yazlıkta lazım olur belki, evim olursa orada kullanırım belki, yatılı misafir gelirse giymesi için ona veririm belki, tatile giderken götürürüm belki diye uzayan aslen ihtimaller demetinin bağlayıcı ipidir o saklama duygusu. ve işte o yüzden ne yazlığa gidilir, ne yatılı misafir gelir, ne kendi evin olur, ne tatil hayal ettiğin tatildir...

yer açın, ihtimal vermeyin ki olsunlar... zor!


ha evet çok bağlantılı değil ama terk etmeye kıyamadığınız kişi de sizi terk eder... halbuki zamanında yol verseydin ne iyiydi...

Çarşamba, Nisan 21, 2010

sen de ceddinin hatalarından birisin...

bir zaman bir yerde duyup etkisi altına girdiğimiz hareketler, sözler gibi nereden duyduğumu hatırlamıyorum... küçük olmalıyım bilinçaltımda köklü yer ettiğine göre...
şöyleymiş; kim ne yaparsa karşılığını görürmüş, tamam eyvallah...
ve bazen direkt kendine değil eşine, dostuna, çocuğuna etkisi olurmuş bu yapıp ettiklerinin... aman öyle yapma/deme çocuğundan çıkar sonra gibi cümleler var ya, ondan...
hmmm...
yani başına kötü, hoşuna gitmeyen birşey geldiğinde çok sebep arama, senden öncekilerin yaptığı birşey vardır illa... hatta öyle ki, geometrik bir tümevarımla diyebiliriz ki biri başıma taş atmışsa bunun müsebbibi kabil/habil'dir...
yok ya...
işte bu etkilenme sebebiyle benden sonra gelecek neslimi kendi hatalarımdan temizlemek için uzun süre "allahım yapıp ettiğim ne varsa sonuçlarını bana yaşat da, benden sonrakileri sorumlu tutma" diye dua ettim, zinciri kırayım istedim...

düşünebiliyor musun aslında nasıl bir suçluluk ve eziklik duygusunu da taşır bu, sen aslında kendin değilsin, kendi hayatını yaşamıyorsun da, başkalarının suçunun, günahının, yanlışının vebali için varsın, seninle kefaret ödeniyor gibi birşey... yani sen, senden öncekilerin yanlışısın...
bu etkiyle zaman zaman babamdan, bazen de annemden şüphe ettim... gençliklerinde ne yapmışlardı ki ben bunları yaşıyorum şimdi dedim. yaşadığım şeyin acıtırlığının derecesine göre neredeyse öfke duydum... sevgilim beni aldatır, lan babam da mı aldatırdı acep derdim... biri laf sokuşturup ağzıma mıçar, yoksa annem de zamanında falan filan derdim...

ha diğer sakatlığı da yaşadıklarının, yaşattıklarının sorumluluğunu almama, yüzdelere bölüp ceddinle paylaşma durumu...

yok arkadaşım, öyle kümülatif hatalarla yaşamıyoruz... kabul edemiyorum bunu, evet bir toplamın elemanlarıyız, etkileşim halindeyiz, tabii ki hatalarımdan sadece ben etkilenmiyorum, çevrem de etkileniyor... dengeye inanıyorum yani, ama bırakalım şu kalıtsallığı...

mutlaka bunlar insanların geçmişine ve geleceğine karşı sorumsuz ve bencil davranmaması için öğretilen şeyler... ama bak canıma okumuş, yok muydu zihinsel ve psikolojik olarak daha az tahrip edici bir öğretme yolu...
velhasılı siz de taşın altına elinizi koyun da bari zinciri kırın, yaptıklarınızın sonuçlarını da kendinizin yaşaması için dilekte bulunun... valla bak, lütfen...
ya bi dakka yaaa... ya doğruysa be...


ha bir de şey var... iki elin bile birbirine hakkı geçmeyecekmiş dedilerdi... herhal primattım ki o sıra, sağ elimle ne yaparsam solla da yapıyordum... ahahaha...hey allahım ya...

Salı, Nisan 20, 2010

kıskanıyorum seni be kadın!

ben aklımdan geçenleri yazmaya üşenirken, senin benim aklımdan geçmiş olanları yazmanı kıskanıyorum...

kelimeleri dizişini, benzer şeyler yaşamış, hissetmiş olduğumuzu gördüğüm ama benim dile dökmediğim o cümlelerini kıskanıyorum...

genellemelerini, tespitlerini, ders verir gibi konuşmanı kıskanıyorum...

bunları neden benim yapmadığımı, senin yapabildiğini bildiğim için kıskanıyorum...

sen yaz yine ben okurum...

ağıma nasıl düşürsem...

son zamanlarda ben yozlaştım, bakış açım kaydı falan sanırım...
birbiriyle konuşan bazı insanların yüzünde hep o ifadeyi görüyorum...

böyle konuşuyoruz falan ama amaç ve son belli ifadeli cümleler, jestler, mimikler... flörtleşme değil dediğim başka türlü, saçma sapan... anlatamadım neyse...

işe neden sizi almalıyım...


mülakatlardaki her sorudan bir makale yazılır aslında, ama bazılarından kitap bile çıkar...

hiçbir zaman doğru cevabının ne olduğunu bilemeyeceğimiz bu sorulara ruh halime göre değişir şekilde bazen afilli, bazen ukela, bazen umursamaz, bazen normal cevaplar veriyorum...
"işe neden sizi almalıyım"
"çünkü ben aslanım, kaplanım... çünkü sizin ihtiyacınız benim... çünkü proaktifim, sorumluluk bilincim yüksek, sabırlıyım ama tezcanlıyım, takım ruhuna sahibim, mükemmelliyetçi değilim ama detaycıyım, septik yaklaşırım, çözüm odaklıyım...bıızzzzt vızzzt..."
"peki neden siz de bir başkası değil yani?" -münasip olsa birşeyler demek ister insan ama-
misal bu 2. vurguda sizin diğer adaylardan farklı neyiniz olduğunu soruyorlar sanıyorsunuz ve "çünkü ben farklıyım" demek istiyorsunuz değil mi... biraz öyle, ama aslında kendileriyle ne kadar benzeştiğinizi soruyorlar...

aynı insan ilişkilerindeki gibi... zıt kutupların çekim hikayesini bir kenara koyalım, kendimize benzer olanları seçiyoruz aslında.
sosyal medya sağolsun, epey insan görüyor, tanıyorsun...

farklılaşmanın bir noktadan sonra aynılaşma olduğunu anlıyorsun... da peki o zaman neye göre ayrışacağız, ayrışıyoruz... seçim/seçilim neye göre oluyor yani.
anasını satayım herkes manyak, herkes çok tatlı, herkes zeki, herkes çirkin, herkes güzel... herkes herşey... herkes aaa aynı ben...

ve diyor ki insan; madem bu kadar benzeşiğiz, neden bu tatminsizlik... neyin arayışındayız...
evet yavaş yavaş asıl amacıma geliyorum, eheh... aslında uyar ama, hepimiz kardeşiz bu kavga ne diye şarkısını söylemicem yok...

be hey insanın oğlu!! oğlu lafın gelişi değil ha... bana ne bana ne beni al beni al onu alma'dan başka diyebileceğim birşey yok... ayrışamıyorum, anlıyo musun... yorma beni...
ay tamam be biliyoruz ooefff... kimya, fizyoloji,ince nüanslar zart zurt işin içinde... katil de uşak değil...

aklımızdan esas 3 cümle geçti yer heba olmasın diye 10 yapıp yazdık işte, ne var niye kızıyosun... hadi esas 3 cümlenin hangisi olduğunu falan bul sinirin azalsın...

Perşembe, Nisan 08, 2010

yaşlılık ve evlilik oyunu...

yolda yürürken rastladığım teyzeleri görünce oynuyorum, yaşlandığımda nasıl olcam, bu kimin yaşlılığı acaba oyununu...
misal geçen kızıl saçlı tontiş bi teyze gördüm; boyu kısalma evresine çoktan girmiş, elinde ona ağır gelir gibi duran minik bir market poşetiyle ve karınca adımlarla yürüyen, muhtemelen torun torba sahibi... acaba dedim,ama yok sanmam öyle olmazdım...

sonra istiklal'de arkam sıra yürüyen ve yanındakiyle konuşan; kendisine teyze desem, teyze sensin diye kızabilecek, arkadaşına eski zaman/şimdiki zaman beyoğlu karşılaştırması yapan, tam yanımdan geçerken de söylediği birkaç ajans ismiyle beraber, gençliğim onlarla ve buralarda geçti işte diyen, patlıcan moru tonlamalı siyah saçlı, dik duruşlu, genç kız edasıyla yürüyen "teyze" gibi olur muydum... sanmam, belli ki yazsa kitap olabilecek şeylerle doldurmuş gençliğini...

bir tane daha vardı bak, otelin önünde pat diye karşıma çıktı... hani böyle insan sollarken biriyle burun buruna gelir gibi olursun ya, öyle oldum onunla da... beyaz tenli, esmer uzun saçlarını öylesine tokayla tutturmuş gibi toplamış, gözlerini siyah kalemle gençliğinden kalma alışkanlıkla ya da hala genç olduğunu düşünen, muhtemelen kayışları kopmuş bakış açısıyla-aşağılama için değil bu tanım- çerçevelemiş teyze gibi olur muydum... ne gençken ne şimdi kalemi böyle kullanmanın güzellik vermediğini söyleyen olmamıştı demek... olmazdım, ben hiç öylesine saç toplamış gibi dışarı çıkamazdım, toka kullanamazdım ki...
arkadaşlarımdan buldum ama kim hangisi olurdu diye, eheh...


bir de, en fazla yarım saat aynı ortamda bulunma muhatablığını yaşadığım ve öylece etkileşimde bulunduğum biriyle film izlemeye, pasajları dolaşmaya, boğaz'ı izlemeye gidiyor, evleniyor ve çocuk doğuruyorum... hahahah... bir pide döner ve bir limonata eşliğinde etkileşiyor, bir dolmuş yolculuğu süresince de diğerlerini yapıyorum... harikalar diyarı'nda olan kimdi ki... acıyın diye yazmadım be bunları, komik... kihkih...

Cumartesi, Nisan 03, 2010

şiddet eğilimi...

bugün motorda bir adama kafa göz girişesim geldi, ki düşününce o kadar da sinir olunacak bir durum yoktu. belki hatta ben kendi kendimi sinir etmiş de olabilirim... neyse...
takıldım tabii buna...
herhangi bir gerekliliğimiz olmasa kafasına patlatmak istediğimiz adama yine de şiddet uygulamaz mıyız, ağız dolusu küfür etmek istediğimizde susar mıyız? gelişmiş ve medeni insanı düşündüğümde, otomatik portakal geldi aklıma ve ilkel/öz benliğimizden korktum...

gerçi ben biraz deney yaptım sayılır bu konuda... o "gereklilik" ortada olmadığında ve aynı şartlar altındayken kişiliğinin esneme payı belli, sınırı aşmıyorsun... ama şartlar da değişirse, bilmiyorum işte...

offf yat uyu be...

Cuma, Nisan 02, 2010

birinciyim, birincisin, birinci...

ailenin ilk çocuğu olmak, ilk aşk, ilk maaş...
ilklerin anlamı başka olur derler, tüm ilklerim anlamlı değildi, ama çoğu hatırada yer ediyor evet... ilk çocuk olabilmeyi kaçırdığımdan olsa gerek ilk olabildiğim yer de çok değil, ilk konuşan olabilirim ama, eheh...

bunlardan farklı ilkler var bir de... (sözü) ilk söyleyen olmak, (kavgayı) ilk sonlandıran olmak, ilk adımı atmak, ilk giden olmak... mesajlaşma platformlarında ilk selamı veren olmak ve yine pencereyi ilk kapatan olmak... birinciliğe, ilkliğe yüklenen o bilinmedik anlam yüzünden mi nedir kimbilir, bu 2.kategoride olanları yapınca görünmez ve altına imza atılmamış bir sözleşmeyle güçlü ve üstün de olduğunu beyan edersin karşı tarafa... “yapabiliyorum”u göstermek gibi...

sebepli gidişlerde gerçekten gücü gösteriyor olabilir bu... vazgeçebilmenin, kangren olmuş bacağı kesebilmenin kararını verebilmek ve bunu yapabilmek adına...

ama, “sebepsiz” gidişlerde şu anlamlara da gelir bazen; geride kalan olmayı taşıyamayacağım için gidiyorum, güçlülüğüm değil güçsüzlüğüm, cesaretim değil korkum buna sebep... kandırmaca da olsa, ilk yapabiliyor olmanın desteğiyle yapıyorum bunu... gözüm yeterince kapalı olmadığı için gidiyorum... uğraşmaktansa kaçıyorum...
belirsizliğin ne zaman sonlanacağının müphem sancısındansa, belirliliğin anlık ağır acısını tercih ediyorum ve sana “ama neden sancısını” bırakıyorum, demek gibi...

acılar da, sancılar da bizim için... sebepli mi, sebepsiz mi yi tespit etmeli...



konuyla çok bağlantısı yok ama, canım ya nasıl ağlamıştı... :)


Salı, Mart 30, 2010

konsantre...

birşeyi okurken, özellikle dergi/gazete yazılarında öyle zor konsantre oluyorum ki... gözlerim satırlarda kayarken başlıyor alttan alttan dalgalanma. düşüncelerimi mi düşüneyim, okuduğumu mu düşüneyim ayrımında, sar başa bir daha oku yapıyorum... o gün ofiste neler olmuştu, nasıl da rezil oldum çocuğa, yarın ne giysem gibi dünyeviliklerden başka bir de şöyle oluyor...

okuduğum şey ne demek istiyor anladım mı, yoksa anlattığını düşündüğüm şey mi zannettim... aman okumiyim boşver... peki bunları sonra kullanacak mıyım... kullanıp kullanmayacağıma göre mi okuyacağım... bunları düşünme de oku... okuyorum zaten... okuyosun ama aklın beyninde... tamam başa dönüyorum o zaman... bi dakka bunu okumayı gerçekten istiyor muyum, yoksa hani ne biliyim... daha neden bahsettiğini anlayacak kadar okumadın ki... bak kaç satır gitti yine, hadi satır başı yap...

Çarşamba, Mart 24, 2010

hamur işi..

hamurunda yoksa olmuyor işte... kimisinin su ve süt yerine tükürükle yoğrulmuş, istediğin kadar öyle olmaya çalış gibi’den ötesini göremezsin... patlar, açık verirsin...

ya yoğrulduğun hamurla pişmeye çalış, ya yeniden yoğrul... diğer türlü ekşir, bozulur ve pişemezsin... kabartma tozu unutulmuş kek gibi, kabından taşmayı bırak, kabaramazsın... tadın olmuşla olmamış arası, ama kesinlikle doyuruculuktan uzak, lapçik olmuş pilav gibi kalırsın öyle... sonra füzyon da her tarifte tutmaz, ben yaptım oldu diyorsan buna önce kendin inan, sonra sun...

ha sen piştin de sofradaki yerini mi dert ettin... merak etme iyi piştiysen bulunamayacağın sofra yok... sade ama merak uyandırıcılığınla her tadanda hoş bir tad bırakacaksın...

afiyet olsunlar...

Salı, Mart 23, 2010

cenin pozisyonu...

nedir bu cenin pozisyonunda kuytuya çekilme... uyuyup uzun bir süre uyanmama... gitsem dönmesem uzun bir süre istekleri... hatta denize dalsam dalsam dalsam, bir süre çıkmasam duygusu...
yorgunluk, sıkkınlık, kaçış...
değişmeye, değiştirebilmeye olan inanç azalması...

-------------

yazık ama bize... yutkunduğumuz cümlelerin yarattığı mide yangısı, kalp sızısı, baş ağrısı...
neden bunu yapıyoruz kendimize "güçlü durma gerekliliği" ve gurur mu, gerçekçilik mi...

kendini fazlaca önemsemek mi... basitsin, böceksin aslında, debeleniyosun işte...

--------------

"mutlu musun" sorusuna hemencik evet diyebilecek kaç kişi var... mutlu olmamız garip ve mutlu olmamamız normalmiş gibi davrandığımız sürece, suç gibi algılamadan evet mutluyum diyebilecek kişilerin oranı düşük çıkar sanırım... mutluluğun rafine, som, saf bir madde olmadığını unutuyor muyuz? ne gerekiyor ki %100 mutluluk için... yapılamamışlıkları, yaşanmamışlıkları, kırılmış dökülmüşleri, bitenleri, başlamayanları düşünüp nereye kadar ilerler bu gemi...
ve mutsuzluk... çocukça, ergence falanca mı ki... mutsuzluk da bir hal, özümsemek gerek... her zaman laylaylom, her zaman enerjik, her zaman güleç, her zaman espirikligeyiklicıvatasıgevşek olmak da tuhaf...

--------------

offf bahar yüzünden bunlar... kimseye demiyorum bunları kendime laf anlatmaya çalışıyorum işte... hem bazen zihnim de rölantide oluyor, n'olcak...
hadi bugün erken yatayım...

allahım........ ......... ................ . amin :)

Cuma, Mart 19, 2010

-myspace-

masama her gelen bi uyyyy çekiyor... ne güzel diyen de var, ne karışık böyle diyen de... bana normal geliyor :)




fotoğraf postumdan sonra koymam da iyi oldu hani, ahahah...

Salı, Mart 16, 2010

hırsım ne az ne de çok...

Canım sıkkın
İçim sıkkın
Canım sıkkın
İçim sıkkın

Çünkü saçım sarı değil ki
Yüzüm güleç durmaz ki
Örften adetten anlamam
Dedikodudan pek hoşlanmam

Herkese ısınmam ki
Car car car konuşmam ki
Gerdanımı kıramam
Reklam için soyunmam

Ama ne yapsam
Ne yapsam
Ne yapsam da...

Ben ölmeden ünlü olsam
Magazin programına sunucu olsam
Ben ölmeden ünlü olsam
1 evde gelin olmak için yarışsam

Ben ölmeden ünlü olsam
Magazin programının rüküşü olsam
Ben ölmeden ünlü olsam
Canlı yayında bol bol ağlasam

Manşetlik hayatım yok
Hırsım ne az ne de çok
Arkanızdan konuşsam
Yüzünüze bakamam

Peki ne yapsam
Neler yapsam
Neyi satsam da

Ben ölmeden ünlü olsam
Magazin programına sunucu olsam
Ben ölmeden ünlü olsam
1 evde gelin olmak için yarışsam

Ben ölmeden ünlü olsam
Magazin programının rüküşü olsam
Ben ölmeden ünlü olsam
Canlı yayında bol bol ağlasam

Biraz daha param olsa
Biraz daha gücüm olsa
Biraz daha yüzüm olsa
Biraz daha ünüm olsa


...bir/ 3.1 / üçnoktabir- ölmeden ünlü olsam

Pazartesi, Mart 15, 2010

fotoğraf hafıza

tatile ya da bir yerlere gezmeye gittiğimde dakka başı fotoğraf çeken biri değilim, genelde görmüş ve orada bulunuyor olmanın mutluluğunu tatma duygusu daha ağır basıyor... çünkü fotoğraf çekeyim derken doğal algım bozuluyor gibi geliyor... hafızaya almak daha tercih edilesi... tabii yine de belgeliyorum bazı anları, fotoğraf karşıtı da değilim yani...

ama son zamanlarda bu fotoğraf olayını düşünmeye başladım... ne orada bulunmak, ne kendine belgelemek sanki dert... paylaşım ortamlarının manyaklığı etkisiyle paylaşmaktan da ziyadesiyle bir gösterme dürtüsüne dönüştü sanki bu... eleştiriyorum ama ben de etkisindeyim az biraz ve rahatsız oluyorum bundan... kantarın topuzu kaçmaz umarım :)

amaaan gel-gitliyim nasılsa yarın öbürgün başka şeyler dersem şaşırma, eheh..

Cuma, Mart 12, 2010

bir suç işledim...

Geçen gece taksim’den dönerken bir kaza yaptım, daha doğrusu yoldan geçen bir adama çarptım... ne yapacağımı bilemeden de kaçtım oradan... nasılsa böyle kazalar çok oluyor ve kim vurduya gidiyor insanlar... sonrasında gazetelerden gördüm ki adam ölmüş...büyük vicdan azabım oldu, polise gitsem mi acaba diye, ama vazgeçtim... allah’ın tek salağı ben miyim, çarpıp kaçan, bu suçu işleyen binlerce belki milyonlarca insan var dedim... itiraf edip de, tüm insanlığın suçunu ve insanların öfkesini niye üzerime alayım ki...

ne düşünüyorsunuz bunları okuduktan sonra... bir canı yanlışlıkla dahi olsa o şekilde aldığım, onu ölüme terkettiğim için insanlık suçu işlediğimi, ne kadar adi ve şerefsiz hatta korkak olduğumu mu... hatta hatta beni öldürmeyi?

insanlık suçu işlemenin mi, yoksa bu normal birşeymiş gibi hayata devam etmenin ve olan/ olabilecek tüm bu suçları meşrulaştırmanın mı daha kötü olduğunu düşündünüz mü?
Muhatap/kurban birey olduğunda bunları ne kolay dile getiriyoruz, o kişiyi yargılamadan idam bile ediyoruz... çoğunluğun, böyle bir cinayet sonrasında “ama şoförün de gerek kazayı yaparken gerekse sonra kaçarken haklı sebepleri olabilir” dediğini sanmıyorum... işin tuhafı bu çoğunluk kısım, söz konusu ülkelerarası savaş, saldırı, katliam ya da suikast vb bir durum olduğunda bir anda yer değiştiriyor ve “ama haklı sebepleri olabilir” diyor...

Şüphesiz uluslararası ilişkilerin ve savaş/ kaos ortamlarının farklı psikolojileri ve politikaları olabilir, en basitinden çıkarların oranı çok farklı boyutta işin içindedir... ama yapılmış olan bir suçu reddetmeniz, olan/olabilcek benzer diğer tüm suçlara da göz yummanız, yargılanmalarını istemeyecek olmayı kabullenmeniz anlamına gelir...

Birşeyin insanlık suçu sayılması için kıstas nedir? Ve bu suçu reddetmek onu gerçekleştirmek kadar ayıp ve utanç verici değil midir?

Kavramlar ve yüklediğimiz anlamlar farklı olduğu için soykırım demedim... soykırım ya da cankırım, farkı olmamalı...

Günlerdir kafamdan bir dolu şey geçiyor, toparlayamıyorum... yine de tam olarak anlatamamış olabilirim, ama benim basit penceremden şimdilik gözüken bu...


-allahım sen ne kurban ne muhatab et bizi-

*ilk paragraf misaldir

Perşembe, Mart 11, 2010

kayıp olan hangimiz...

dün hayatın minik tesadüflerinden biriyle sinema bileti 'kazandım'...

nezih ünen'in "anadolu'nun kayıp şarkıları" isimli filmini epey bir önce arkadaşım ve bigumigu sayesinde duymuştum, merakım uyanmıştı, izlemek istemiştim... ama açıkçası dün bilet kazanınca hem sevindim, hem de o kadar saat şarkı/türkü kesin bayılırım, uyurum acaba gitmesem mi falan diye düşündüm...

yine de bunun boş beleş bir tesadüf olmama ihtimalini değerlendirmeliyim, orada olmalıyım dedim... nişantaşı'nı da seviyorum zati, hava da soğuktu ama yağmurlu değildi... e iyiydi bu kriterler...

gittiğimde henüz kalabalık tam oluşmamıştı, kırmızı halı yürüyüşümü de gayet yorgun bir halde ve paspal iş kıyafetlerimle yapmış oldum... evet itiraf ediyorum, o anda kendimi ortama ait hissetmedim ve kaçıp gidesim geldi, neyse... bu aidiyetsizlik ve yorgunluğun da etkisiyle kokteyl ortamında takılmak yerine salona gittim ve ekranı tam ortadan gören en güzel koltuğa oturdum... :) kalabalık salona doluşana kadar da biraz kestirdim...

ve film... harikaydı... tarif edilemez bir şekilde hoşuma gitti, gülmsetti, gözlerimi doldurdu ve -gerçi belki bu kişisel birşey ama- daha komiği (niye komikse) hayatıma girmiş olan ve o sırada aklıma geleceğini tahmin etmeyeceğim kişiler film şeridi içinde gözüktüler bana... acaba başkalarına da olmuş mudur bu, hayatlarından kısa bir özet, kesit görmüşler midir... yolculuğa çıkmışlar mıdır kendi içlerine doğru...

anadolu'nun kayıp şarkıları'nda kendimi buldum, kendimi bulurken unuttuğum(uz) birçok şeyin de farkına vardım... o film içinde rol alan ve benim 'gördüğüm' kimse eksik olmasın, hepsi sağolsun, hep olsunlar istedim... onlarla var olduğumu(zu) hissettim...
(film sonundaki açıklamalarda bazılarının vefat ettiği bilgisinde ağladım da...)

görerek, duyarak tecrübe edin anadolu'nun kayıp şarkıları'nı...

nezih ünen senin ve ekibinin eline, yüreğine, fikrine sağlık... eksik olmayın...

*izleme fırsataını veren mavi'ye de özel teşekkür*

Salı, Şubat 23, 2010

ya havva olsaydım...

çok bunaldığımda dünyaya gelmiş, göçmüş, hala daha yaşamakta olan milyarlarca insanı düşünüp rahatlamaya çalışıyorum...
özgün değilim, sorunlarımın tıpatıp aynısını yaşamış birileri illa vardır diyerek... tabii bilemiyorum nasıl yaşadılar, nasıl öldüler ama vardılar, varlar... ya boğuştular ya vazgeçtiler... sonuç ne olursa olsun yalnız değilim yani.
yalnızlık paylaşılmaz denir ya, bence insanlık olarak paylaşabildiğimiz nadir bir olgu/duygu yalnızlık...

ama ya havva olsaydım, benden önce kadınlık olmamış olsaydı, neyi dayanak alırdım kendime, eyvaaah ! :)
ilk ve tek ben yaşamıyorum ki nasılsa diyemezdim... ilk pms'te kendimi öldürürdüm misal,ahahah... vel hasılı havva güçlü kadınmış, güçlüymüş de... acaba... yani...

meyve imgelem mi, yasağı mı temsil ediyor, cinselliği mi falan diye düşünmeden basitinden gideceğim havva neler yaşamıştı acaba diyerek...

çaba harcaması gerekmediği, tek ve kıymetli olduğu halde neden adem'e meyveyi sundu ki, salak kadın değerini bilsene... halbuki kendinin özel olduğunun farkında olsaydı, adem'in ona sofralar düzmesini bekleseydi ya... erkek keşfeder, kadın keşfedilir, hayvanlar bile biliyor yahu... bir biz öğrenemedik !
sahiplenmenin yorgunluğunu değil, elde edilmenin keyfini yaşasaydı...

kıskanç mıydı havva? kimden kıskanacaktı ki demeyin, o bir kadın...
gerekirse sudaki yansımasını bile kıskanabilirdi :) bu yüzden ne yaptı, adem'in hiç ihtiyacı olmadığı halde yapraklardan kıyafetler dikti... meyveyi ağaçtan koparıp hüpleteceklerine n'aptı, gitti salatasını yaptı, soslar hazırladı...

on dönüm bostan hadi havva sen de uzan diyeceğine, ay burnun mu akıyor ademim dur sana arılar dötümü iğnelese de bal alıp geleyim limonla iç demedi mi, dedi...
adem'in istemesine,çaba harcamasına hacet kalmadan her şeyi verdi mi... verdi, verdi, verdi...veni vedi non vici...

ve adem sıkıldı... ya rab dedi benimle hayatı paylaşacak diye bir şey yarattın, ama o avcuma konacağını bildiğim bir pervane oldu çevremde... isterdim ki olmasın pervane, ben olayım ona divane...
ve rab ona dedi ki, belanı arıyorsun, bi siddigit dünyaya gör........ neyse yazmayayım çarpılıcam, eheheh...
gerçi dünyanın tek farkı bir çok havva olması...

ben başka şeyler yazacaktım, bu yazı niye buraya geldi anlamadım, anlayan varsa beri gelsin...
:)

adem elması denen kemik olayını da çok severim ;)