Cuma, Aralık 29, 2006

hundred percent jesus...

evvelden beri pek sevdiğim,ancak hiçbir yerde bulamadığım-indırıbıl anlamda- şarkıyı buldum.. yani arkadaşım buldurdu.. feci sevindim, havalara uçtum falan...
"you're the one i love the most" kısmını i'm the one i love the most niyetiyle dinleyip, niyetle kalmayıp o şekilde dillendirmekten aldığımız keyif de bi ayrı... he bi de, sözlere çok takılmamak lazım canım..
dırırı dırırı dırırırı rırı rırııı.. handrıd pörsenn ciyzııs, handrıd pörsent cisıs tu miiie..
(keyifliyim,bugün cuma.. sonrası tatil, bayram, yeni yıl..heyyoo..)

Çarşamba, Aralık 27, 2006

kimin işi daha zor..

çözemedim..çok ciddi bir sorun.. etraf çıtır kaynıyor,bu durumda erkeklerin işi zor yani.. peki kadınların işi... sevgilisi olanların mı daha zor, olmayanların mı, onu da bulamadım..
neden herşey daha kolay olamıyor insan ilişkilerinde... defteri kebirden ekber defterlerde tutulan hesaplar olmasaydı.. zati,yaşamın gerektirerek getirdiklerinin dışında böyle kaygılarla uğraşıp yorulmayaydık.. ya bak cidden sölüyorum, dalga geçerek yazmaya başladım,ama ciddileşti gidişat.. valla yoruldum ya... pılımı pırtımı da bırakıp gitcem yine- mekanen değil mecazen....

Pazar, Aralık 24, 2006

"okuyorum"

kitap okumayı "tanıtma" ve özendirme kampanyasıyla, istiklal'de kitapçı vitrininde kitap okuyan tiyatrocu ile tanışmıştık..bigumigu'da da haber olmuştu hatta...
şimdilerde beyoğlu belediyesi'nin düzenlediği okuyorum festivali çerçevesinde; istiklal caddesi üzerinde galata kulesi formundaki fanuslarda ünlüler ve ünlü olmayanlar kitap okuyacakmış..
cumartesi istiklal'in girişinde ve ykb önünde rasladıydım da, nedir bu böle masal evi kıvamındaki kulecik falan dediydim...
insan düşünüyor tabii...kimi, ne derece etkiler diye...bilemedim...

hoppalaaa..

öyle durumlar olur ki,dumur olur, hoppalaaa dersiniz... dimi..

kuafördeyim,elele dergisini almışım, atlaya atlaya bakıyorum,okuyorum falan..
bildiğimiz üzere bu tip dergilerin oldukça yüksek sayfa yüzdesi reklamlara ayrılmıştır ve çok yaratıcısından, fotoğraf çekimiyle etkileyenine kadar bir dolu reklam görürsünüz... tekrar ediyorum dergi elele... herhangi bir mağazanın kataloğu ya da okul dergisi falan değil..(neden okul dergisi değil dedim, okulda bu tip aksiyonlarda sayfaya reklam için mahallemizin bakkalına gittiğimiz bile olurdu ya o açıdan) neyse...
huzurlarınızda lal butik-abiye giyim..ha burada ne o butiğe, ne de resimdeki ablaya birşey söylüyor değiliz...
görüntü, elele dergisi aralık sayısından cep telimle alınmıştır demiş miydim...

Salı, Aralık 19, 2006

Pazartesi, Aralık 18, 2006

cümlelerin gramajı..

farkettim de; düşüdüklerimin ağırlığı hafifleyip, yazacağım şeyler azaldığında, cümlelerim uzuyor..

Pazar, Aralık 17, 2006

12.kat

sabah, öğle, akşam..aç ve/veya tok karnına,uykudan önce/sonra... muntazaman asansör bekliyoruz..inmek ya da çıkmak için.. çift ve tek katlar olarak ayrılmış,toplam 4 asansör ve bina da 16 kat olunca, oluşan kuyruklardaki sarmalların bizatihi parçası olarak hayatın anlamlarına doğru yola çıkabiliyoruz..
zati son 1 senedir sabahları kalkarken sorguluyorum... "nereye gidiyorum ben, neden gidiyorum, hani yapmak istemediğim hiçbirşeyi yapmazdım ben, para mı sebep.. evet.. olsun yat tekrar yatağına, kalkma, gitme..ler içiiinden caaanım, koşarak koşarak git servise git " pozisyonlarındayım, ki bu benim suyumun kaynadığına işaret eder...

hayattaki kararlılığım, ne istediğini bilmekten ziyade,ne istemediğini bilmek üzerine kurulu galiba... ve istemediğimi bildiğim bir ortamda,bir işte çalışıyorum... kendimi çok mu önemsediğimden böyle hissediyorum.. yani; yok hayır ben buna layık olamam, hayatımı böyle geçiremem(heba edemem de denilir halk arasında), daha farklı bir iş yapıyor olmalıyım diye düşünmek, içinde bulunduğumuz durumları hak etmeyecek kadar üstün ve iyi olduğumuzdan mı... peki öyle değil miyiz zati... neyse ne... ama yok hayır,cidden ben buradan emekli falan olmamalıyım...
allahtan "delilik" gibi bir nimete sahibim az da olsa... gerektiğinde kendimi ve çevremi eğlendirebiliyorum.. daha doğrusu bi çeşit illüzyon yeteneği bu; rutin hayatın parametreleri üzerine....

bizim bu 12.katta iki tane toplantı odası var.. amacına hizmet ettiği zamanlarda sıkıcılar, ama boşken, hele sabahın erken ya da akşamın gün batımı saatleriyse, benim kendime kıyak çekmemi sağlayan "mabed" hallerine bürünürler...
sabahları kitap,dergi falan okurum.. akşamları daha özeldir.. günün yorgunluğu üstüne harika bir mucize gibi gelir bana... her nekadar manzaram çevredeki diğer yüksek binalarla bölünüyor olsa da, aşık olduğum sarı renk ve tonlarının mavilerle dans ederek gökte oluşturduğu masalsı tuval ya da odaya hakim oluveren hardal ışık beni mutluluk dalgalarıyla boğar...

masama geri dönerken gözüme takılan acil çıkış yönlendirmesi ve koşan adam figürü, her defasında bunun bir işaret olduğunu düşündürse de,halen, maalesef oradayım...

Perşembe, Aralık 14, 2006

baş ağrısı...

bu sabah beşiktaş'ta bankta uyuyan adamı görünce, birden aklımdan geçti şu cümle..
" başağrısı aslında lükstür"
açıklama cümlesi yazmayacağım çok fazla...
aç olanları,açıkta olanları,baldırı çıplakları düşündüm... sonra tersi olanları...
ve başağrısını...

bir de ilk göz ağrısı var...ya da var mı gerçekten böyle birşey...düşüneyim..

Pazartesi, Aralık 11, 2006

susmanın saygınlığı...

gerçekten var mı böyle birşey.. "boşver ya çocukla çocuk olma" gibi cümlelerin sebebi bu mu... sinirlenilmemesi için söyleniyor olamaz bu "yatıştırma" cümleleri.. çünkü, damarına basan, kanına dokunan, düşüncelerini mıncıklayan, düşüncesizce söylenen sözler karşısında, konuşsan da bir,sussan da; sinirlenmek bakımından... hatta konuşsan belki daha bir yatışacaksın, düşüncelerine akıtılan zehrin, panzehiri olacak edeceğin sözler.. ama yok, erdemlilik adına,çiğ olmama adına susarsın, susturulursun...
iradeye hakimiyet ve kontrol, bir güç ifadesi olarak yücelik katar bir de... ve tüm bunları kaybetmemek adına sustuğunda, varlığını sorgularsın.. ben gerçekten bu muyum, yoksa mış gibi mi yapıyorum diye... sorgulaman bir cevaptır belki,diyebilirsin.. ama ben emin değilim öyle olduğundan...

bak aklıma birşey daha geldi.. cevap ver(me)mek anlamındaki susmanın dışında, sormamak, sorgulamamak için susmak da büyüklükten sayılır.. oysa bazen büyüyen sadece içimdeki karadeliklerdir...

her ikisi için de, özündeki şey kabullenmek sanırım... ama işte, çocukluğundan beri sorarak ve konuşarak büyüdüysen; anlayamıyorsun, büyüklük için susmayı ve sormamayı... bazen küçülüp, bazen büyüdüğümden boyum çok uzamadı galiba...

biriciklerimden birisi..

çokokeremim, keremkaramelim..aşkım, bitanem, adamım benim..
10122003'ten beri hayatıma anlam katan iki küçük şeyden küçük olanı oldun..
sen büyü..ben kocamış teyze olayım, ama yine iki arkadaş olalım olur mu...
şimdilerde nasıl güveniyorsun bana; bilmiyorsun tabii teyzenin de bilmedikleri, teyzenin de yapamayacakları var.. ama bunların farkına vardığında da, güvenin devam etsin olur mu.. birşey,biz inandığımız sürece bizim için gerçektir hayatım...
ve ailen, herzaman, herşeyden kıymetli olsun...
bunları nasıl olup da okuyabileceğini düşünüyorum.. evet, ben bir yolunu bulurum..
çünkü, evet istersek yapabiliriz...
sevgimle...

Çarşamba, Aralık 06, 2006

gizli düşünceler..

bazen utanıyorum.. yani şu anlamda, diğer insanlara bakarken ya da gözlemlerken aklımdan geçenlerden, aklımdan geçmek için tam da kapıya gelenlerden, utanıyorum.. sen kimsin ki diyorum kendime..sen kimsin ki, birbirine romantik romantik sarılmış çiftlerin yüzlerini, giyinişlerini, tavırlarını falan inceleyip; "hah tam da birbirinizi bulmuşsunuz, hatta nasıl olmuş da siz de çift olmuşsunuz" nasıl diyebiliyorum... ve bunu söylediğim anda nasıl nefret ediyorum kendimden.. hadi bu yarı bilinçli birşey, çünkü yaptığımın yanlış olduğunu düşündüğümden, bu hallerimi farkettiğim anda abidik gubidik şeyler düşünerek kafamı dağıtmaya çalışıyorum... yarı suçluyum..kabul...

ama gayet bilinçsiz ve gayri ihtiyari olarak, bir başkasını "üzdüğümü" düşünerek de feci şekilde üzülüyorum, utanıyorum... dün mesela, motordayım, yorulmuşum, elimde paketler, etrafıma bakmaya bile mecalim yokken.. neden gözüm sağ çaprazımdaki adama kaydı.. neden,gözüm kaydıktan sonra, alnında saç sandığım şeye tekrar bakma ihtiyacı hissettim... alnındakinin saç değil, bir çıkıntı olduğunu gördüğüm ve adamla gözgöze geldiğim an, yer yarılsaydı.. yok yer dursaydı, ben denizin, yerin, mağmanın dibine inseydim ve orda kalsaydım... olmadı.. unicorn'un boynuzu gibi diye bilinçaltımdan benzetme bile yaptım..
ve sonra, sanki etrafımdaki herşeye, inceleyici ve şaşıran gözlerle bakıyormuşum gibi yapıp; yanımdaki kadının çantasına, karşımda oturan çocuğun ellerine, gerekli gereksiz her yere bakındım.. güya,adamı kandırmaya çalışıyorum, bakın ben herşeye böyle eblek eblek bakar şaşırırım, mesajını veriyorum ismi olmayan iletişimler diyarından... salak.. sadece salaksın halbuki... çünkü adam biliyor, normal görünmediğini ve belki alıştı bile insanların ona bakmasına...
ama sen...ama sen bakmamalıydın... hele normal olduğunu düşünen insanlar dünyası içindeyken, kimseye ama kimseye normal olmadığını hissettirmemelisin...
peki çiğlik mi; şaşırılabilecek şeylere bile normalmiş,umursanmıyormuş gibi tepki vermemek ve şaşırmak,üzüldüğünü belli etmek...bilmiyorum... tarif edemiyorum,susmalıyım...
.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

ali dedem..

..ismini böyle alelade bir internet sitesinde yazmak, seni değersizleştirmek olur mu bilmiyorum... ama çok konuşasım geldi...
sen gitmeseydin de, hala bizimle olsaydın..
yine de yapmak istediğim sohbetleri yapamayacak, o heybetli kucağına sarılamayacak, birçok şeyde kendimi tutacaktım belki.. ya da ayda iki kez görecektim belki seni, evler beş dakika uzaklığında olsa bile...
..ama yine de olsaydın,gitmeseydin...
yolda yürürken karşılaşsaydık mesela, bayram sabahlarımızda........sen de olsaydın..
..biliyor musun, senin torunun olduğum için, dünyadan bir ali k. geçtiği için çok gururluyum... sana layık bir torun olduğum konusunda şüpheliyim ama...
galiba bendeki kendine güven geni senden geliyor...
senin fark yaratan kişiliğinden, o sağlam duruşundan...
..bana, bize bu aileyi hediye ettiğin için çok teşekkür ederim(önce allaha,sonra sana)...
senin için,senle ilgili cümlelerim bu kadar değil, ama yazamıyorum daha fazla... gitmeseydin, bu kadarını da söyleyemezdim zati... ama senden sonra, daha fazla gösteriyorum düşüncelerimi sevdiklerime...
...özlüyorum seni dedecim...

hey taksiii...

bütün işlerim gitti aksi..heeey hey taksi... böle güzel,anlamlı bir şarkımız bile vardı taksiler(taksiciler) hakkında...
aslında çok daha sağlam, komik, değişik taksi hikayelerim(iz) vardır ama, onları hatırlayacağım diye düşünürsem,yenileri olsun diye beklersem kesin bunu unuturum.. yazmam lazım o yüzden...
arkadaşlarımla takıldık,sonra evlere dağılıyoruz, ben bir arkadaşımla taksiyi paylaştım.. hani onu bırakıp devam edeceğim..neyse..
taksicimiz kaba olmayan, kibar da olmayan, d segmentinden (eheheh) ve çalan radyoya bakılırsa kesin karadenizli bi "abimiz".. 'ne tarafa gidicez hanfendi' şeklindeki başlangıç cümlesi ve yol boyunca devamını getirmediğimiz için biten bir iki muhabbet girişimi dışında, samimiyet de kurmadık...
ha,bazen çok içimden gelir,muhabbet eder konuşurum,ama bu sefer istemedi canım... hatta birkaç cümle kurdum kafamdan,vazgeçtim sonra..
arkadaşımı da bıraktık, laylay gidiyoruz falan, bir araba ışıkta bunun önüne geçti, abinin damarı kabardı,diğer arabaya paralel gidip camını açarak gayet "medenice", neden şeridi bozduğunu falan söylerken, öteki eeeaah deyip bir küfür salladı ve döndü gitti... radyodaki kemençeler eşliğinde abim şöförüm başladı "dertlenmeye"...

-yaw en çok neye sinir oluyorum biliyo musun hanfendi( kibar adam).. araba boşken denk gelmiyo bunlar..
-aman bırakın yahu, boşverin.. hem iyi ki boşken denk gelmiyo bela olacak bir de... (pozitif düşünce kazanır...oeh yeaaah)
-yok zati evdekilerin kulağı çınlamıştır içimden geçirdiklerimle...
-..(gıpp!)...
-boş denk gelecek kiii....çıkartıcam emaneti..
-yok yok..demeyin öyle.. çamurla uğraşınca bulaşıverir bir de.. (imgelemin sırası ya, yapacam illa)
-o çamuru alıp.... duvara yapıştırıcam..
-...(hızını alamıyo,sus en iyisi)....
-(eller kollar da işin içine girer veee) çok afedersin hanfendi...p...venk..o..çocuğu bunlar, bi boşken denk gelsin bak ..ıçlarındann........... duvara yapıştırcam........ çamurları....
-..(hönk??!!..gıpppp!!! pıssss...)
-....
-kaymakamlığın ordan mı gidicez hanfendi (hanfendi mi kaldı leeeeyn)... bilirim buraları, çocukluğumuz burda geçti..
-ımm..yaaa...(iyi ki baştan da muhabbet etmemişim)
-....siz nerelisiniz...
-şile malatya karışık işte...
-bi karadenizlilik var zati dedim ben...
-(aman ne hoş..nokta atışım geliyoor)..siz?..rize?
-evet!?
-hah geldik ben ineyim..hayırlı işleer..(çok şükür yarabbiiiim..yeri de öpsem mi)

Cuma, Kasım 24, 2006

dün benim doğumgünüm..

ne sarhoştum, ne yasta..
bar taburelerini sevmem, sırtım hasta...
..
genelde doğumgünlerimde ağlamaklı, depresif falan olurum, ama dün öyle değildi..
daha doğrusu şöyle olurdum ben; bir çok arkadaşım, sevdiğim doğum günümü kutlar, güzel sözler söylerler, ben mutlu olurdum,hatta gözlerim dolardı falan.. ama hemen ertesinde de, bir hüzün kaplardı beni.. sahip olamadıklarıma, bu-o- yaşıma kadar hayalini kurduğum, gerçekleştirmek istediğim ama hala daha olmayan şeylere ve de sahip olduğumu düşündüğüm ama birgün kaybedeceklerime.. ağlamak,ağlamak isterdim ...

hafta başında bi ara aklıma gelmişti, aa 23kasım bu perşembe diye, sonra unutmuştum...

dün sabahtan akşama kadar tuhaftı,neden bilmiyorum.. tuhaf neşemle sabah 06:05'te başladım güne, kuzenimden ve can arkadaşımdan gelen mesajla..
iş masama geldim..annemin her sabah yapıp paketlediği tostumu açtığımda, annemin doğum günü notuyla yüreğimle ağladım, yüzümle güldüm kocaman..makul bir saatte aradım annemi "iyi ki doğurmuşsun beni,herşey için teşekkür ederim" dedim.....sonra yeğenlerimin telefonda "iiiiki dooodun teeeezeee.." şeklindeki şarkılarıyla gözlerim doldu, asıl siz iyi ki doğdunuz dedim...buradaki arkadaşlarım neşeme neşe kattı..

bu neşe garip bişi.. sen üretiyorsun... eahheha dediğin anda dalgalar halinde yayılıyor... gün boyu bir dolu telefon aldım, mutlu oldum..ortaokuldan beri doğumgünlerimizi kutlamayı atlamadığımız arkadaşım aradığında, "bundan sonra değişiklik yapalım, benim doğumgünümde ben, senin doğumgününde sen ara" dedim, gülüştük..

bu sene jüpiter de çok olumlu etkilerde buluncakmış bana,harika geçecekmiş bu sene... etrafımdaki jüpiterlerimi düşündüm, gülümsedim..
sonraa...çoğusu, akşam ne yapıyorsun diye sordu.. bilmiyorum dedim.. bilmiyordum ki, planım yoktu ki..benim doğum günlerimde planım olmazdı ki hiç..kimse de, hadi gel bişiler yapalım demedi ki.. ayrıca akşam maç vardı, trafik yine öldürücü olacaktı muhtemelen..
eve gittim..annemleri kandırıp,ablamlara gitmek için uğraştım ama olmadı, zati irem beni yarın(bugün) kalmaya bekliyordu..
annemin harika yemeklerini yedim, gün boyu olanları anlattım annemlere..pek yapmam böle şeyleri-anlatacaklarımla ilgilendiklerini düşünmediğimden belki-.. ama neşeli olduğumda da,tadımdan yenmez...bi pozitiflik, bi iyilik, bi çene düşüklüğü..

yatmama yakın, annemle babama "siz öpmediniz beni ama ben sizi öpeyim" dedim.. babam,pasta alacağını ama son anda unuttuğunu söyledi.. gerek yoktu ki pastaya falan.."amaan pastayı napalım,boşver, bak böööle güzel bi kucaklama hepsinden güzel" gibi benden beklenmeyecek açıklıkta bi laf ettim.. babam da dokundurgaçlı bi hisle "ama kızım sana da yaklaşılmıyo ki" dedi...doğruydu belki, belki yanlış,bilmiyorum ama reddettim tabii, ne alakası var canım, hiç de bile, diye...

yattığımda neşe maskem yastığın yanına kaydı.. gözlerim doldu... derin bir iç çekişle, yumuldum yorgana iyice, bir damla düştü sadece, sonra uyku maskem geçti yüzüme...
.

Pazartesi, Kasım 20, 2006

an..ve simülatif yaşamlar...

her an geçiyor..bazen saniyenin bilmemkaçtabiri kadar, bazen saatlerce, bazen bir ömür sürüyor..
niceliğiyle niteliği ters işliyor sanki... gözüne değdiği an gözünüzün, kalbinizin boğazınızı yumrukladığı an saniyeler sürse de, her hatırladığınızda, saatlerce kopartır sizi gerçek dünya zaman ölçülerinden...
işte böyle anlar, insanların eş zamanlı diğer yaşamlarını oluşturur.. gerçek dünyadan bağımsız, maddesi olmayan ama düşünsel olarak bütün halinde..
ben onlara simülatif yaşamlar diyorum... bu yaşamlar ya hiç yaşanmamışlardan, ya biraz yaşanmış ve biraz yaşansaydı keşke denilenlerden ya da tamamen yaşanmamışlardan oluşur.. en büyülü yanı, bir taraftan siz üsküdar-beşiktaş motorunda yol alırken, bir taraftan da işyerinde gıcık olduğunuz birine ağzının payını verebiliyor, hep tanışmak istediğiniz ama bunu bir türlü yapamadığınız kişiyle sohbet edebiliyor olursunuz...
simülatif yaşamlarımı anlatmadan olmaz..ama şimdi değil...

Pazartesi, Kasım 13, 2006

phoenixia autoshow'dan bildiriyor..


fuarın son gününde gidebilme fırsatım oldu.. şöyle bir çırpıda,edebi anlatıma girmeden izlenimlerimi yazayım.. şanslı bir şekilde doğuş otomotiv'in bulunduğu tarafın kapısından giriş yaptım.. audi'ler harikaydı.. kapı kilidi engeli ile burada tanıştım.. kime,neye göre karar veriliyor bilmiyorum ama o kilitler zaman zaman açılıyor,fuarın ileriki standlarında da bolca gördük..neyse.. yine de seviyoruz audi'yi..
ayrıca "dokunulmazlık" konusunu alfa aşmıştı.. consept araçlarını(8ccompetizione) camekan altına alarak..
tabii ayrıcalık-dokunulmazlık herzaman fiziksel engellerle sağlanmıyor..
misal ferrari standında sadece "davetli" olanlar araçlara temasta bulunabiliyordu..
evet maserati ve porche'de de bir değişik hava vardı ancak,ulaşılmazlık pelerinleri sıyrılabiliyordu..
neyse efendim audi'den sonra volkswagen standına geçmiştim ki, aman allahım,halka inmek işte budur dedim.. kapılar da açık, istediğin gibi kurcalıyorsun da...hatta vw gt'nin yağını bile kontrol ettim..:) orta sınıf olmaktan kaynaklı herhal diyordum ki, mercedes'te dağıldım.. herkese açık deri koltuklu dinlenme standları, araçların kadife boyasına dokunabilmenin ötesinde, "motor kapağını bi açabilir miyiz" sorusuna tabii efendimli cevaplar..ohh suyundan da...
gönlümün sultanı jaguar'ın asil,vakur ve samimi halini maalesef çektiğim fotolar anlatamıyor.. çok pahalı da değil hani,gelecek 100yıl hedeflerim içinde yer alabiliyor.. 100 yıl uzun mu..yok canım jaguar'ın yanında zıpır impreza'yı da alacağım da ondan..subaru standındaki simülasyonu kullanasım çok geldi, içimdeki çocuğu bağırttırarak "kullanabilir miyiz acaba" deyiverdim, "10 dakika sonra ancak" cevabı sonrasında..vaktim çok kıymetli benim edası ile derhal uzaklaştım.. bu arada dodge'un heyhüla zırhlı araçvari insan yapısını ararken viper çarptı bana.. aramızda lafı mı olur,çarpan sen ol,üzülme canım dedim...
hiç uğramadan geçtiğim standlar da oldu..
en "komik" araç fiat'ın conseptiydi(oltre).. hammer bozması estetik ve cazibe yoksunu,mide bulantısı şey.. bir de çok kıymetliymiş gibi çevresinde 2 bodyguard duruyor.."hemşerim dogunmakh yasah" kıvamında çevre insanlarını bertaraf ediyorlar..



böyle fuar alanlarında birşeyler atıştırayım diye düşünmemeye çalışsam da,midemden gelen seslere sağır kalamadım... ama sinir oluyorum ben ya... kendimi yolunmuş,haşlanmış tavuk gibi hissediyorum.. kıçıkırık hamburger menüsü 12ytl..oha denmez mi..denir..menüden vazgeçip bir tek hamburger yenir..ama hambugeri de bişeye benzese bari diye hayıflanılır.. neden ama neden böyle alanlarda dışarısıyla aynı standartta ve fiyatta olmak yerine düşük standartta ve yüksek fiyatta olurlar..neden.. sürümden kazanırsınız fena mı... insana neden değer verilmiyor şeker kardeşim.. ha dicen ki,otomobil fuarına gitmeyi biliyosun concon gibi, o zaman terlersin de öyle işte...kısa ve net cevap veriyorum..ne alakası var!(ilk a'larda yumuşatma,k'da gırtlaktan okuma ile)

cnr fuar alanına gelince..yuh diyorum.. istanbul'un en önemli merkezlerinden biri..otoparkı, çevre düzenlemesi..felaket.. gün karardıktan sonra ayağınızı nereye bastığınızı bilmeden,el yordamıyla aracınıza gidebilmek,her memlekette sahip olunamayacak bir şans..off...

phoenixia autoshow-istanbul..

Cumartesi, Kasım 11, 2006

lavabo tuvalet değildir..

formaliteden uzak bir kafedeyiz.. kalk çayını kendin koy kıvamında falan yani..
ilk kez gittiğim bir yer hakkında da nasıl böyle tanım yapabiliyorum ya,neyse.. evet ne diyorduk, neyse.. (bu noktalı yazıma da bayılıyorum,ama bazen unutup iş yerinde ciddi yazışmalarda da kullanasım oluyor, neyse.. )
çayımı içtim... bi tane daha isteyeceğim, çocuğu yanıma çağırmadan tezgaha gittim... başka bardağa gerek yok, benim bardağım değişmesin mantığındayım bir taraftan da.. ama bardağın dibinde eski, soğumuş çay artığım var...soruyorum..
-çay var mıydı..
-var var tabii..
-hmm peki lavabo var mı..
(çocuk taburesinden doğruldu)
-göstereyim, şurdan...
-yok yoook..tuvalet demiyorum, lavabo..(yani ben tuvalete tuvalet diyorum tabii,hatta yarım saat önce tuvalet nerde diye de sordumdu..neyse..)bardağın içini dökmek için...
-haa..isterseniz yeni bardak da verebilirim...
-yok yok gerek yok..(taktım bi kere onda içeceğim)
-hmm tamam..peki...bu arada lavaboyu da tarif edeyim isterseniz...
-hmm yok teşekkür ederim...

bu da böle bi anımızdı işte..neyse...
(şakir abiiii..neyseler 5 olduu...)

*lavare(it.):yıkamak

Çarşamba, Kasım 08, 2006

hangi dahi diye sormaksızın...

http://www.dahianlamindakideayriyazilir.com

Pazartesi, Kasım 06, 2006

ev sıcaklığı..

belki taze demlenmiş çayın yaydığı koku... ya da temiz havlulara yüzünüzü gömdüğünüz zaman hissettiğiniz garip hoş duygu... fırından yeni çıkmış kurabiyenin vanilyasını söylemedik mi..
peki kışın soğuktan hissizleşmiş halinizle hayalini kurduğunuz;
battaniye, sıcak birşeyler ve televizyon...
ya da yazın sıcağında serilmek istediğiniz;
yatağınızın pamuksu şefkati...
o bildik hava,belki tütsülü,belki lavantalı, belki sade... ya da kapıyı açan birinin olması belki..
bir süre uzak kaldıktan sonra döndüğünüzde, kapıyı duvarı öpme isteği uyandırtan ne peki...
sevmeyen var mı evini... evin temsil ettiği şeyi...

Cumartesi, Kasım 04, 2006

tek ve özet cümle..

"hadi bakalım" demişti biricik.. "buradaki durumu tek ve özet bir cümleyle ifade et bakalım..."
o anda kafamın içinde fırtınalar döndü.. ispatlayabilmeliydim kendimi... eğer bu benden, benim yapabileceğimi düşündüğü, bir beklentiyse yapabiliyor da olmalıydım.. çok düşündüm... kıvrandım resmen..ve sonra ...

-konuyu biraz dağıtıp,sonra toplamaya çalışarak diyeceğim ki..her ne kadar hadsizliğim olsa da birçok zaman ..bir hikmeti, olguyu anlayıp,üzerinde açıklama yapacak kudret ve bilgide değilim.. yapsam yapsam, bir konu üzerinde; zaman zaman kendimle de tezata düşen yorumlarda-sallamalarda- bulunabilirim... bilgimdeki yetersizlikten öte, herşeyin olabilirliğine olan inancımdır bunun sebebi.. kendimi bilmez-ki hala daha bildiğim şüpheli- zamanlarımda yaptığım kesin tespitler, hayatın akışı içinde o kadar da kesin olmadıklarını gösterdiler... bir olayın,durumun-hatta kavram denilen şeyin- bir tek açıklaması olmadığını gördüm... ve gördüğüm "bazı şeyler"in yanılsama olduğuna ve de gerçek olmadığına inandım... sonra bu"bazı şeyler"üzerinde yaptığım tespitler, tecrübe halini aldı... yaşantımda bulunanların ve olan bitenlerin geçiciliğini kabullendim... ve hernekadar bu kabullenişte olsam da,üzüntü ve sevinçlere de sahibim hala...
gördüklerime inanmaktansa, inandığımı görmeye çalışınca biraz daha katlanılır oluyor hayat ama....
işte bundan ötürü tek bir cümle kurmak zor benim için...

dedim..:)
hayatın beni zorlayan bazı zamanlarında okurum yazdığım bu cümleleri-diğerlerini de okuduğum gibi-.. unuttuklarımı hatırlatsın diye...

öyle...

Pazar, Ekim 29, 2006

nuh'un botanik kayığı..



bitkiler de canlı değil miydi...
yaaa...

reddi yaşam..

intihar değil bu... bir nevi montajlama,makaslama durumu... kestim.. hooop.. çıkıverdi hayatımdan.. ohhh ne rahatım valla...
...olamaz mıydı...??

Cumartesi, Ekim 28, 2006

şebnem ferah..

pek bir sevdiğimdir...
laf ederler hep, yerme,eleştirme cümlesi gibi; şebnem ferah'ı kadınlar dinliyor sadece diye.. teoman için de aynısını söylüyorlar..
genelleme ve tespitlere uymama oyunumu bu konuda oynamıyorum ama...
e hadi bakalım...

kız kaçıran..

biz küçükken, fişek gibi birşey vardı.. erkekler ucunu yakardı biz kaçardık.. biz kaçtığımızdan kovalamazdı tabi,ama biz öyle sanırdık ya... küçüktük dedim ama ya....erkekler amacına ulaşırdı, ona bak asıl...
-gülme..
--gülmüyorum
-hayır gülüyorsun,hınzır,bilmiş..cümleler dolusu ama suskun...
--tamam gülmüyorum artık...

aklıma geldi öyle..kaçırmak,korkutmak falan deyince...
-kim dedi..
dedin dedin,duydum ben...
-ama neden dediğimi bilmiyorsun...
saçmaladın şimdi...bilmez olur muyum..ama bizbize değiliz o kadar da.. yazmadım hepsini işte...
-peki..korkutmadım ama ben kimseyi..
bilemeyiz... hem korktuğundan mı kaçar sanırsın insan hep..
-peki ya neden..neden..
bazen sadece kaçmak ister...
-bunu anlamam,anlayışla da karşılamam mı lazım...
sana kalmış...sen kaçmıyor musun hiç..
-evet..ama..aynı değil..böyle değil...
şeklini mi tartışıyoruz...
-yoo hayır ama..evet..yani...uslup,tarz...ne bileyim..hem yok bu kaçmak da değil ki..
öyle diyorsan...
-sadece sebep arıyorum yine..o kadar..
aramamayı öğrenene kadar...
.....
.
.

Çarşamba, Ekim 25, 2006

who loves me...

....but nobody loves me... then nobody loves me..
and nobody loves me.. why nobody loves me... so nobody loves me.. now nobody loves me.. the fact nobody loves me... how nobody loves me.. finally nobody loves me..
nobody loves me.. nobody loves me.. nobody loves me.. nobody loves me... nobody loves me.. nobody loves me..
...except me...

Pazartesi, Ekim 16, 2006

geçmişten fısıltılar..

.
..
...
(yemekten döndüm başladım yazmaya.. canım durmak istemiyor, mantıklı,mantıksız devam etmek istiyorum aslında,ama iş var.. iş bitince muhtemelen düşünceler de uçup gidecek..yine de bunu draft olarak düşüneceğim)
.
..
içim kabarıyor... şebnem ferah'ın şarkısındaki gibi içimde yükselen bi deniz var, sanki... yutkunuyorum aşağı doğru gidiyor... gel-git gibi...yenilenmek için yeni bir adım atmak.. zordur...yolda yürürken sürekli arkana bakıyorsan ya da gözlerin attığın adımlarla birlikte yerde yürüyorsa,ilerlemiş oluyor musun.. yenilenmiş, yeni bir hayata başlamış mı oluyorsun...
ama belki de olması gereken bu, ilk adımların basıp geçtiğin topraklarla alakalı olacak.. bir süre sonra -zaman herşeye ilaç dedikleri bu mu- ileride atacağın adımları düşüneceksin ya da o sırada attıklarının sağlam ve yerinde olmasını... hayat hakkında çıkarımlar yapmaktan vazgeçeceksin... ama yine de kafan,beynin senden bağımsız hareket edecek.. yaşadığın, gördüğün, yaşamına giren herşeyin sebebi; bir zaman önce onları düşünmüş, eleştirmiş, anlamamış olman değil mi...
imkansız ama nasıl olur, dediklerinin, fazlasıyla mümkün olduğunu yaşayarak görüp, hiçbirşeye şaşırmamaya çalışmanın sebebi..hı?

kendini şartlandırmayla, kendine öğretmeye çalışarak, hiçbirşeyi uygulayamadığını, acılar çektirerek sana öğreten hayata rağmen, tekrar ve aynen, aynı "hataları" yapıyor olman.. ne denebilir, ne diyebilirsin...dememen de gerekir,en azından bunu öğrendin...
tespitler yapmak,çıkarımlarda bulunmak tehlikelidir hayatta... eğer iyi niyetli biriysen ve yanlış düşünüyorsan, öğretir çünkü hayat sana doğrusunu.. kötüysen sallamaz bile seni.. evet bu yüzdendir en olmadık şeylerin iyilerin başına gelmesi... hayat yoğurur onları, bilsinler ister, çiğ kalmasın, eksik olmasınlar ister.. kemale ulaştırmak için çabalar hayat bizi... evet, kendimi de kattım bu gruba... ne de olsa tespit yaptım yine... yanlışsa öğreneceğim nasılsa bir şekilde... öğrendiğimi sanacağım ya da yine yeniden devam edecek...

her öğrenişte, her yükselişte bir önceki adımda gördüklerinin çoğunlukla yanılsama olduğunu anlayarak büyüyeceksin.. delicesine ağladığın, ciğerinin kanadığını hissettiğin bir durum sonrasında her şeyin bir "şaka" olduğunu görüp, ağlarken hissedip söylediklerini tekrar düşüneceksin.. ve acılarını.. sevinçlerini.. ne kadarı doğruydu ki... zamanın anlardan oluşması bundan sebep belki.. andan daha gerçek birşey olmamasından..
geçmişe dönüp bakmak kadar gereksiz, geleceği irdelemek kadar saçma başka ne var,çok sık ve doğallıkla yaptığımız "yaşam şartlarımız" içinde... resmen yaşam şartı yapıyoruz bunları, yanlışlığını bile bile... olanlar,olmuş bitmişlerin şartları geçmişte kalmış, bizim onlar olurken hissedip düşündüklerimiz değişmişken, nasıl yapabiliriz ki bunları...
metamorfoz halinde bir hayvan olduğunu düşünsene... dönüşmüşsen, değişmişsen eğer anlayamazsın ki ondan önceki halini... aynen dönüşmeden önce bilemeyeceğin gibi sonranı... insanken balık, balıkken insan gibi düşünmekten ne farkı var saçmalık açısından.. düşünmeye çalış, empati kur,ama doğruluğuna çok da inanma....
.
..
.
filmlerde özendiğime benzer şeyler yaşıyorum hayatımda... aşk, kavga, acı,sevgi... izlerken olduğu kadar keyif vermiyor yaşarken,vermeli aslında dediğim halde.. daha çok gerilim/ korku filmi sanki.. gitme dediğim yerlere gidiyor, geçme dediğim kapılardan geçiyor, deme dediğim sözleri söylüyorum sanki... gidişat aynı, içinden çıkılmaz kabuslara benzer filmler gibi...tek ümidim bitecek olması.. film icabı nasılsa ya...
döngü nerede başladı bilmiyorum... kırılma noktası nerede... kim, nerede, ne zaman, nasıl, niçin... niçin..ben? ve niçin sen.. niçin siz... aramızdaki kan bağından ötürü ,çevremde olup hayatıma bulaştırdığım insanlardan daha çok kattım sizi de bu döngüye... siz hayatıma katıldınız,ama benimkiyle beraber sizin de yazgınızı etkilemiş olma durumum, ihtimalim... özür dilesem birşey değişir mi... yaşamam lazımmış, yaşamanız lazımmış desem, ilaç olur mu... hadi size oldu diyelim, bana yarar mı? vicdanım diner mi..
..
...
.
inceliklere takılmış, beyni içinde kendiyle konuşan, hesaplaşan insanlar bir arada yaşamazlar.. yaşayamazlar mı bilmem, ama her "ince"nin başına bir ince sızı gibi de olsa bir andaval düşer... ilkten böyle düşünür insan,özellikle kırgınlıkları sonrasında.. sonra görür ki, kendi de andaval olmuştur bir başkasının yanı başında... az önce söylemiştim ya, hayat yoğura yoğura öğretir, bazen de, ayının yavrusunu sevişi gibi...vs..vs..vs.......
..
.
(günlük hayatın saçmalıkları ve şükredilenleri...
..kopukluklar..
...gitme isteği..)
.
...
.
26eylül2005-maslak sayıklamaları
self terapi

Cumartesi, Ekim 14, 2006

kolaj..

rüzgar... sürpriz..hain.. düşüş.. uçarı... bulut.. hafif.. ölüm... serseri... nerede... gün doğumu... değneğin iki ucu... kırık.. saçma... kavga... sessiz... dalga... .iktir.. bekle-me... içten... yol.. yağmur.. suç.. sigara... bakış.. önem-siz.. neden.. gel böyle.. salak... bilet.. yaz... arkadaş.. boşluk.. dur... vur dibine... sersem.. kaçış.. uzak.. hayal.. sen.. ama... hakkaten... hayır... zekice... lazım.. deniz mavisi.. hilal... bence... nefret... asi... kapat...
sus-ma...

Perşembe, Ekim 12, 2006

insan insanın katilidir...

Yok insan insanın kurdudur bakışıyla yaklaşmayın sakın.. biraz daha duygusal birşey benim bahsettiğim…
Hücre hücre yok oluşlara sebep veren, hayatımıza soktuğumuz insanlar.. sanılmasın ki, bahse konu olanlar, nefret edilen ve sevilmeyen kişiler… tam tersi çok sevdikleriniz parçalar sizi, kıymık kıymık koparır canınızı sizden… bir süre sonra canımızın yanmasından korkar oluruz …ve sırf bu acıyı hissetmeyelim diye kime ait ne varsa o acıyı bize çektiren sileriz…
Ahh bu şarkı demek yerine…hiç bilmiyorum, kim söylüyor ki bunu deme derecesinde unuttururuz kendimize.. anları..anıları…
geçmişe sünger çekmek diye bir deyim vardır hani, her sünger sonrası sildiğimiz, silikleştirdiğimiz kendimizdir bu yüzden.. tuhaf ve aksi bir şekilde güçleniriz de aslında.. daha etkilenmez,daha yıkılmaz oluruz… ama parça parça da eksiliriz..
pembe panter çizgi filmi karesi şeklinde canlandırın kafanızda.. görünmezlik suyunu içmiş, ayaklarından itibaren görünmez olmaya başlıyor…lıkır lıkır lıkır… sünger sünger sünger… geride hiçbirşey kalmamış sonra….
Peki neden tüm bunlar.. çünkü o(nlar) gitmek istemiştir hayatımızdan..
bazen de biz gideriz.. biz öldürürüz başkalarını… her birimiz bir başkasının katili olarak dolaşırız ortalıkta elimizi kolumuzu sallayarak..
Ama… kokular var mesela..kendine özgü hafızası* olan… yıllardır koklamadığınız bir kokuyu, yolda sersem sepelek yürürken duyuverirsiniz bir an… ve o anda kayıp gidersiniz şimdiki zamandan geçmiş zamana doğru… ama gittiğiniz yerdeki görüntü silinmişlerdense, anlamazsınız da gözlerinizin neden dolduğunu…

Eternal sunshine of the spottless mind geldi aklıma.. şarkısı da güzeldi….

*Koku hafızası… artık yok.. ama ben silmedim.. ekşi sözlük “sağolsun”, o da yazılarımı öldürdü……

Pazar, Ekim 08, 2006

ne düşünüyorsun...

gözlerin dalmış, derinlerde görünürken sen, ne düşünüyorsun diye sorduklarında.."hmmm..hiç" diye cevap vermek tuhaf gelir ilk anda... o anda ne düşündüğünü saklamak değildir amaç.. gerçekten hiçbirşeydir düşündüğün.. düşündüğün şeye isim ya da kalıp bulamazsın daha doğrusu, hem herşeyden bir parçadır, hem hiçbirşey...

samimiyet ve içtenlikle de "hiç" dersin... bu cevabın samimiyetini kaldıramayacağını-bu cevaba inanmayacağını- düşündüğün biriyse ama karşındaki, uydurusun birşeyler.. ya daha önceleri kafanı kurcalamış bir konuyu atarsın ortaya ya da duruma uygun yaratıcılığını kullanırsın...

hani sordun ya en başta..şimdi diyorum ki sana.. hiçbirşey düşünmüyorum... başım bomboş değil ama,dolu da değil... çok şey söylemek,yazmak isteyip,hiçbirşey yazamamak.. kelimelerle cambazlık yapamamak, düşüncelerle dans da,kavga da edememek..
bir durağanlık halidir gidiyor..ve ben rahatsızım bu durumdan... uymuyor ruhuma.. hiç olmadı kendi kuyruğumu yakalama oyunu oynardım, şimdilerde o da yok...

sundurmada.. üzerimde battaniye.. günbatımı.. önüm yeşil çayır.. rüzgar hafif ifil...gözler yarı kapalı.. derin düşüncedeymiş gibi uzaklara dalgın... bir yoldan geleceği bekler gibi...
bekliyorum bakalım...vardır bir hikmeti ala ya da bir bela... soru geliyor... "ne düşünüyorsun"...
-hiç...

Perşembe, Eylül 21, 2006

bu bir elif şafak yazısıdır...

ben hep mi böyleyim, yoksa zaman zaman mı bilmiyorum ama cümleye nereden başlasam bilemiyorum... olanların anlamsızlığı, mantıksızlığı üzerine öylece kalakalır, ne hareket edebilir, ne bir söz söyleyebilirsiniz ya.. hadi bi gayret bağırıp çağırayım, mantıksızlıksa alın size mantıksızlık gibisinden ilkel yöntemlere başvurayım dersiniz.. ya da ilahi adalete güvenip,sığınarak sükut edersiniz...

olayları, zamanından,içeriğinden, oluş durumlarından bağımsız değerlendirmeye alışmış insanlar güruhu olarak, yakın tarihimizde asılıp kesilmiş insan sayısının bu kadar az olmasını yadırgıyorum bir de...(!)..
hele ne fikri,ne bilgisi olmadan konuşanları, hemencik bir kalabalık haline dönüşen insanları görünce şaşırıyorum.. tek ortak noktaları galeyana gelmek,ki sanırım bu da "birlik" halinde bir topluluk olmak için yeterli oluyor...

ama yok.. kendimi tutamayacağım...böyle dolaylı ve edepli anlatımları daha fazla sürdüremeyeceğim sanırım...
kardeşim.. elif şafak kimdir bilir misiniz..tabiri caizse "yaşam duruşu" nasıl bir insandır, fikriniz var mı.. anlatmaya çalıştığı yazılarında nelerden bahsetmiştir.. bilen var mı...özellikle şu 301.maddeden yargılayacaklar ve yargılanması gerektiği yönünde alkış tutanlar arasında...

özellikle medyada, ettiği sözlerin yanlış anlaşılmasından ötürü günlerce kendini açıklamaya, aklamaya çalışan insanlar görmeye alıştık ya, bu da öyle mi geliyor insanlara...
nasıl bir ülke, nasıl bir dünyadır bu.. etebur hayvanların,açlıkları sırasındaki, gözlerini kan bürümüş saldırganlıklarından daha vahşice bu davranış şekli bizlere nereden geçmiştir...
aklı selim, sağduyulu ve azcık olsun nefsinden arınmış kimse kalmadı mı... hala var olduğuna inanmak istiyorum..

ben bu kanun maddesinin varlığını, kaldırılması gerekliliğini, düşünce özgürlüğünü tartışmıyorum.. bu kanun maddesince yargılanması gerektiği düşünülen(ve bugün davası başlayan) kişinin bu kanun kapsamına nasıl alınabildiğini sorguluyorum...
sözler kişilerin yaşam bağlamlarınca değerlendirilmeli diyorum.. apo'nun "ne mutlu türküm diyene" demesi ne kadar inandırıcı gelir bizlere... soruyorum size... peki, diyelim ki, apo gibi bir insanı romanına konu yapmış bir yazarın, onu anlatırken "gerçek bir hümanist ve türk dostu" demesi saçma gelmez mi...

ne anlatmaya çalışıyorum ben, bi an onu sorguladım... efendiler diyorum..kendinize geliniz diyorum...
..
.
.

elifim şafağım...
birisi;duyulsa da,duyulmasa da, karabasandan kurtulmak için bir çığlık atmak istedi sadece..
ne türkçe'ye senin kadar hakim, ne de hakim olsa bile senin kadar güzel ifade edebilecek biri..
sevgiyle...

Pazartesi, Eylül 18, 2006

serçe adımlar..

serçelere her baktığımda babanem gelir aklıma..allah rahmetini bol versin,rahat ettirsin...canım benim... serçe derdi bana... bendeki "serçeliği" gördüğünden değildi.. ufak tefekliğimdendi ziyade..
bazı insanlar serçe gibi yaşar hayatı.. pırpır, zıpzıp... tuhaf bir telaş, bir heyecan..alice'in diyarındaki aceleci tip gibi, hep biryere yetişmesi gereken... ya da bir yerde, durması gerektiğinden fazla dursa, gece yarısı külkedisine dönüşen sindirella olacak sanki..
getirsene gözünün önüne bir serçeyi...
çok basit birşeyi yapacakken, yüreği yerinden çıkacak sanırsın.. yerdeki bir kırıntıyı almaya çalışırken misal... kırıntıyı yemek değil, o heyecanı yaşamaktır ya keyfi veren..
oradan bir dala zıplamak, daha dal yaylanmasına yeni başlamışken..pırrrr... bir cam kenarına... çok uzak menzillere gidemez, ama olduğu yerde de duramaz ya...
sonra serçeyi alıp avcunuza sevemezsiniz.. miniciktir ama sığışamaz bir avuca... iki avuca..
iki kişinin sevgililiğe geçiş süreci,sevgili olmalarından daha heyecanlı ve keyifli değil midir... yürekler de serçedir, o yüzden...
ya kedi... bazıları da kedidir... çok zaman kadınlar... ah kediler...
ben gibiler..bir kedi,bir serçe... biri varken diğeri çıkmaz pek dışarı.. kendi içinde bir koşturmaca, yakalamaca gibisinden... ya da kimbilir daha neler neler...
mesela.."once upon a time" papatya olanından beyaz ve ince...
.

Cuma, Eylül 08, 2006

adı şimdilerde israil...

bazen önemli konularda birşeyler söyleme ihtiyacı duyduğumda, konunun önemine değer sözcükler kullanamama endişesiyle sessiz kalırım.. sessizliğim uzadıkça da rahatsızlığım artar... yargıladığım hatta kınadığım bir konuysa bu, kendimi suç ortağı gibi hissederim hatta... ve sanıyorum ki, yaşadığımız zaman diliminde, hepimizin suç ortağı olduğu tek ortak konu bu... sessizlik ve seyircilik... seyrettiğimiz şeyi alkışlamıyoruz ama oturduğumuz yerden sövmek dışında da birşey yap(a)mıyoruz... ortak ses oluşturamadığımız gibi (katıldığınız eylem portakallar pörsümesin eylemiyken birden karpuzlar dışarı eylemine dönüşebildiğinden) , kendi sesimizi de saklıyoruz... milenyum dendi, bilgi çağı dendi, yüceltme amaçlı tanımlar yapıldı.. ama ayıp yıllarından başka birşey değil yaşadığımız...

ses mi hızlıdır, ışık mı..fizikçiler tartışsın isterse... ama biz yanıbaşımızda patlayan bombaları göremiyorsak, çocukların çığlıklarını duyamıyorsak..ne sestir,ne ışıktır etkili olan... o bomba tam kucağımıza düşmediği sürece çığlığın ne anlama geldiğini bilmeyiz... hep uzaktır bomba düşen yerler.. ölenler... uzaktadır savaşlar... problemler... uzaklaştırma konusundaki becerimiz ise takdire şayandır zati... kapımızı kapadık mı, başımızı çevirdik mi ötede kalmıştır herşey...

içinde yaşadığım zaman dilimi boyunca seyirci kaldığım tüm insanlık ayıpları adına, çığlığına cevap verilmesini bekleyen tüm insanlardan,gelecek nesillerden özür dilesem neye yarar...

lanet olsun desem,tüm bunları sahneleyen ve bizi seyirci yapan tepedekilere...
okulda, iş yerinde, trafikte, mahallede, her an aynı havayı teneffüs etme durumunda kaldığımız insanlığı bozulmuşlara....o da yetmez, insandaki kibir ve hükmetme duygusuna...
yok hayır..lanet demeyeceğim... fazlasıyla varolan bedliği, kötülüğü artırmaya niyetim yok... tüm bu nefretlik uyandıranların dışında kalanların birlik, bütünlük bilinciyle yaşamasını.. saf sevmenin baskın olmasını... bir diğerine güvenmenin rahatlığıyla yaşayabilmeyi... dileyeceğim...

suskunluğum uzadıkça artan suçluluk hissimi hafifletti mi yazdıklarım... nokta kadar etkisi olmadı aslında...
ama...tüm benzer bilinçlerin toplandığı ortak bir havuz vardır belki... birleşip pozitif gücü oluşturcaklardır ve dünyaya kötülüğü yayan negatif gücü bertaraf edecektir... belki... belki insanlar uyanacaktır bir gün....

Çarşamba, Temmuz 19, 2006

çalışmak..

sevmediği halde sırf para kazanmak için çalışan insanların çoğu, aslında orada çalışmıyor olsalar başka bi .ok yapamayacak ve kendilerine sosyal bir ortam oluşturamayacak kadar hayata pasif insanlardır.... hatta sevmedikleri halde çalışıyor olmalarının paradan önceki gizli sebebi, çevrelerinde birilerinin olmasını sağlamaktır..
-kanat çırpmayı bırakıp kendini rüzgara bırakan phoenix

Cumartesi, Temmuz 15, 2006

düğümlenmek..


kalbi ağrımak.. kalbin avuçlanması.. burnunun direği sızlamak.. ne güzel tabirlerdir, hissedileni anlatmak için...ama bu değil boğazımı düğümleyen...
keskin ve derin bir öksürükle boğazıma, mideme oturmuş olan o bilinmezi kusmak dışarı atmak istiyorum...
aslında rest çekmek istiyorum dünyaya, hayata... rest nedir bildiğimden mi sanki.. bir isyanı, bir düello çağrısını anımsattığı için kullanmak istiyorum... don kişotvari savaşmak için bile olsa...
anasını satayım,iskambil kağıtlarıyla aram da olmadı ki hiç, tabirleri bileyim ve yeni bir benzetme yapayım, hayatla oynadığım oyunda hissettiğim yenilgi için..
ama gerekirse senle rus ruleti de oynarım hayat...duydun mu...yenmek amaç değil, meydan okumak için sadece.. karşında ben varım demek için...tüm kovanlar boşa dönmüş(silah bilgim de yok işte..) herkes sırasını savmış ve son kalan ben olsam dahi elim titremeden çekerim tetiği...

ne güzel söylerler halbuki..hayatla mücadele etmeyin,yaşadığınız karşılaştığınız her olayı kabullenin,bağrınıza basın diye... ama ya,tarih tekerrür ediyor..insan tekamül edemiyor bir türlü...dön başa,dön başa..."hayat bu..hayatın gerçeği bu..." birşeyi değiştirme gücü ve isteği olamayanların söylediği, benim de zaman zaman kullandığım ifadeler... olması gereken kabulleniş bu değil..çünkü bu kabulleniş değil.. kılıf bu sadece, zayıflığımıza, yapamazlığımıza, vazgeçmişliğimize bulduğumuz kılıf...geçen bi arkadaşıma, "inanır mısın,insanlara itimadım,inancım kalmadı"..dedim.. ben..yani benim... çünkü... "insan kendini sürekli kendisiyle aldatıyorsa..kendine inanamazsa..kime inanır..."
... "ben bile bunu yapıp düşünüyorken" ile başlayan cümlelerin sayısı arttıkça, yaşadıklarının, aslında yaşadığını sandığın şeye dönüşmesi doğallaşır...herşey suni,herşey yalan gelir...tüm bu kendimi tüketmişliğimle, nereden buluyorsam hala bu hoyratlığı.. gördüklerime, duyduklarıma isyan edip, açıyorum bayrağımı...

Cuma, Mayıs 26, 2006

şöhret..


hani televizyondaki magazin programlarında ünlülerin tuhaf hallerini, açıklamalarını, hareketlerini görürüz de, anlam veremeyiz.. ne gerek var böyle konuşmalara deriz misal... özellikle de, şu anda olmasa bile, zamanında neredeyse hergün adından bahsedilen, içtiği su, yediği yemek olay olan şöhretlerin, o şaaşalı dönemleri sonrasında yapıp-ettiklerini görünce... kardeşim hiç yakışıyor mu sana, ucuz hareketler ve sözlerlerle gündem olmaya çalışmak deriz... ama şöhret olmak ya da popüler olmak diyelim bağımlılık yapıcı birşey... ve herkesin her an gözbebeği iken birden akıllara bile gelmeyen biri olmayı hazmedebilir mi bu bağımlılık şarabından içmiş kişi..
kendi özel yaşantılarımızda da öyle değil midir... birilerinin biriciği, gözbebeği, bir tanesi olmaya, özel hissetmeye alışmış ve kanıksamışken... o kişinin, hiçkimsenin hiçbirşeyi olmak acıtmaz mı canı...yalan "şöhretler" peşinde koşmaz mı insan...ya da hiçbirşeyliğe düşmemek uğruna, herşey olmaktan da vazgeçmez mi...

Çarşamba, Mayıs 17, 2006

ölümsüzlük..





Bir film ya da çizgi film karakteri olsaydım keşke diye geçti mi içinizden hiç..





öyle kurşunlar atıldıkça ölmemek, arabaların, binaların tepelerinden atlayıp uçmak için değil ama sadece… dostunuzun/düşmanınızın sayısını bilemeyeceğiniz kadar çok olması, gerçek ölümsüzlük formülünün bizzat kendisi olmak için… ben az önce böyle birşeyi isteyebileceğimi farkettim.. gerçi kulağa geldiği kadar güzel birşey olmayabilir, ne de olsa karakterler keskinliği ölçüsünde akılda kalıcı olur.. keskinlikler ise değişime kapalıdır… değişmeyecek, hep aynı kalacak ama ölümsüz olacaksın… kötü bir kahramansan kötülüğü, iyi isen iyiliği yaşayacaksın sonsuzlukta.. vampirle görüşme’de çocuk kahramanın ve hatta onun vampir olmasına neden olan diğer vampirin isyan sebebi… her ne kadar oradaki isyanın temeli “küçük” kızın fiziksel değişimleri yaşayamadığı yönünde olsa da, mantıklar benziyor.. tüm yaşantın sana biçilen kaftan kadar olacak… “normal” insan olmanın yükseliş ve düşüşlerinden, tat ve acılarından uzak… bağımsızlığına çok düşkün değilsen kabullenebilinir sanki, ama ya özgürlük.. bir ağaçsan misal, ağaç olarak yaşayacaksın, koşmadan, gülmeden,arkadaşlarınla eğlenmeden ama sonsuza kadar…(yerim öle sonsuzluğu)
Peki, filmlerden gerçek yaşama dönelim.. teorikte sahip olduğumuz o değişim, gelişim özgürlüğünü ne kadar yaşayabiliyoruz ki… yarattığımız bir film/çizgi film kahramanı da yoksa eğer, ağaç formatındaki insanlar değil miyiz, üstelik sonsuza kadar da yaşayacak değiliz..
neyse işte..öyle..estiler yine..:)

Perşembe, Mart 02, 2006

biricikler...

çocuğun büyümesi istenmediği için anne babasının ufak çocuğudur insan hep... geçen gün iremi düşündüm de,okula gidecek 2 sene sonra.. yani benim minik kuşum, tatlı meleğim okulla başlayan hayat hengamesinin içine girecek... girmese halbuki hep böyle kalsa, "teeze sen şimdi benim arkadaşımmışsın.."sen şimdi hastaymışsın,ben doktormuşum.." lu cümleler kursa, sırf şımarıklığından saçma sapan birşey için ağlamaklık yapsa, boyundan büyük laflar etse..etse ama hiç büyümese...
ne tuhaf hissedecek kimbilir, okuldaki ilk günlerinde,senelerinde... ilk başta hoşuna gidcek, değişiklik olacak... sonra, yarışmalar, koşturmacalar... benim biriciğime çelme atacak belki birisi, hiç bilmediği bir "dövüş"ün önce seyircisi sonra oyuncusu olacak.... biz ona sevmeyi,paylaşmayı öğretirken şaşıracak olan bitenlere... ya da şaşırmayıp ayak mı uyduracak,miniciğim... güçlü olmak,kendini yedirmemek uğruna yiyecek mi başkalarını... bile,isteye can mı yakacak...
gitmeseniz okula..hep böyle kalsanız.. gerçi siz ne olursanız olun benim iremim ve keremim olcaksınız..yazmışım 03/02/2006'da...öyle bir ruh halim varmış demek...
irem ilk koşturmaca için ilk adımını attı.. "seyreltik okul provası" şeklinde,anaokuluna gidiyor..dün başladı, haftanın birkaç günü gidecek... hoşuna da gitmiş keratanın...değişik arkadaşlar, oyunlar vs... neyse iyi olsun, mutlu olsun da...
tuhaf bişi, zor bişi çocuk sahibi olmak..sağlam yürek ister sanırım..her anlamda sağlamlık hatta...

Salı, Ocak 31, 2006

i wish...

ne hayaller kuruyor insan.. hayal bu adı üstünde, ama nedense büyüdükçe hayaller gerçekçiliğe bürünüyor...hayaller uçarı olsa da, dayanakları mantıklı kılınmaya çalışılıyor..."şimdi gözümü kapatcam pıt diye bulutların üstüne çıkcam" ya da "şimdi mesela bi anda nerde olmak istesem oraya gidiversem, ışınlanmak gibi, bilim adamları moleküler bölünmeyi..bıdır bıdır bıdır..."
hayallerin ötesinde dileklerimiz var.. her türlü şey için bir dilek.. sanki kocaman bir dilek kuyusu varmış gökyüzünde-hep gökyüzünde olur böle şeyler- atıveriyormuşuz oraya hepsini... hayallerden daha gerçekçi olmasa da,daha inanılırdırlar...
"i wish.."
"..hayatımın bir kısmını çıkarabilcek olsam.. yok çıkartmıyım hiçbiryerini..ama neden kendime yabancı hissediyorum kendimi... su bulsam bi çeşit, yıkasam kendimi, hayatımı...hayatım değişmese,ama temizlense bir nevi..."
öyle işte...
"i'm playing the game
the one that will take me to my end
i'm waiting for the rain
to wash who i am"

Perşembe, Ocak 26, 2006

yolcu yolunda..


insan kendini hiçbiryere ait hissedemez bazen.. nereye ait olduğunu bilemez ya da.. orası, burası..başı,sonu..ortası.. cık!değildir.. bulunduğun yerin dışında "başka" bir yerdir, hatta zaman...
ne zaman ki yola çıkarsın, uzaaak yollara, anlarsın ki yerin yollardır.. şehirler, insanlar, memleketler.. ama nedense bir evin de olmalı illa ki diye düşünürsün.. yarı göçebe, yarı ait.. göçebeliğe bile ait olamayış... çok mu edebiyat yaptık, aitlik edebiyatı daha bir uzun olurdu aslında,konu başka.. yazıp, anlatınca hissettiğin zamanki etkisini veremiyorsun işte... kendine bile...

Cuma, Ocak 06, 2006

anlam...

anlam anlam..anlam..anlamlı bişiler söylemek gerek, mi.. anlamsızca konuşurken, bir anlam çıkar mı... sözlerim kim için ne anlam ifade eder, eder mi?birinin bir diğeri için yaptığı bir hareket,söylediği bir söz ne zaman anlam kazanmaya başlar ve niçin? anlamın anlaşılması mıdır, anlamlı kılan..daha anlamlı olsun diye neden denir.. dahayı katan kişiye özel olması mıdır.. özel olmasını sağlayan nedir, anlatılmak istendidiği şekilde anlaşılması mı...
olaylar, durumlar, sözler, hareketler olduğu andaki anlamını taşıyabilir mi, üzerinden zaman geçtikten sonra ya da durum şartları değiştiğinde.. anlamını kaybeder mi.. anlamın,artması da, azalması da bir kayıp değil mi... aslolanın değişmesi değil mi...
anlayan insan bulmak neden zordur da, kaybetmesi çok kolaydır, onca anlayışa rağmen...biryerlerde yanlış anlaşılma mı olmuştur.. anlayan insana, anlayan niteliğini katan neydi ki o halde,denmez mi...
sorular biter mi.. bittiğinde cevaplar mı başlar..cevap ne zaman başlar...başlamalı mı... soru cevabı barındırmaz mı...
yazmak nerde başlar/biter...ya düşünmek... ya söylemek... anlatmak için sözlere mi gerek vardır ya hareketlere...anlamı sabote etmez mi sözler bazen bilinçli, bazen bilinçsiz ve sadece bazen......
anlamdan bu kadar bahsedilince, anlamın anlamı kaymaz mı... anlam.. anlam.. anlam.. anlma.. anmal... analm... analma..... anlama...

"içten" konuşmalar...

bir varmış bir yokmuş..çoook uzaklarda, içinde barınmak isteyene kollarını açan, kırmızının sıcaklığını, yeşilin rahatlatıcılığını, sarının canlılığını, mavınin içtenliğini birleştirerek sunan morlara bürünmüş bir yer varmış..
istediğin her konuda konuşabildiğin bu köyün adı amorfistanmış... amorfistanda kendimizle(monologlar-dilemma) ve diğer yazarlarla hasbıhal ettiğimiz yazılar mevcut.. ziyaretinizden memnun olacaklar...

Perşembe, Ocak 05, 2006

düşmek...

hayatın zemini kaygandır bazen, bazen de kaypak....

düşmek kötü bişidir arkadaşım... genelde diyorum yani, yoksa düştüğü anda kahkaha koparan ,kendi kendiyle eğlenen insanlar da vardır..ama belki de aslen bu düşmenin bedliğini bertaraf etmek için bilinçsizce geliştirilen bir savunmadır... hahahahaa ne güzel de düştüm, salaklık işte..vs... potansiyel ve mümkün tüm dış görüşleri,insanların içlerinden geçirdiklerini zannettiklerimizi tahmin ederek herkes söylemeden önce kendine söylemek savunması... en bildik savunma mekanizmasıdır ya hani...
düşülen yere göre değişir de insanın verdiği tepki, sanırım yani... düştüğün yerin ve o yerde bulunanların hayatındaki konumuna göre... kendini çok da güçlü hissetmediğin bir insan güruhu içindeysen, düştüğünde zayıflığın bi kat daha artar belki.. gerçi saygınlığının fazla ve gücünün kesinlikle bilindik olduğu bir yerde düştüğünde de kendini "küçük düşmüş" hissedebilirsin..ne de olsa kimsenin normal şartlar altında yapamayacağı birşeyken seni küçük düşürmek, basit bir düşmeyle bunu hissedebilirsin..
ya kendinden eminsen.. ya da şöyle söyleyelim kaybedeceğin hiçbirşey olmadığını düşünüyorsan ve aslında dolaylı olarak elde edebileceğin de hiçbirşey olmadığını düşünüyorsan.. düşmene gülersin işte... içten yanmalı motor patlamasıyla kopar kahkahan.... bir süre düştüğün yerde kalakalırsın,sanki orası senin evindeki pek rahat televizyon koltuğunmuş gibi... sonra, başını sağa sola sallayıp,üstünü başını silkeleyerek, hayatta insanın başına neler de geliyor edasıyla kalkarsın... sanki yaşadığın düşüş,hayatındaki en beklenmedik en yıkıcı/yapıcı olaydır...ama bilirsin ki, kalkar kalkmaz düşebilirsin yine... bunu bilmek sonsuza kadar oturmana neden olmaz ama işte düştüğün yerde...düşmek gücünü de arttırır insanın...
zirveye ulaşmamış bir insandır bu belki..+ seviyesindeki zirveye ulaşmadığı gibi, - seviyesindekine de ulaşmamıştır aslında... asılı kalmıştır ortalık bir yerlerde... ortanın biraz üstünde, altında... ama ne dipte,ne başta... nötrdür, ama nötr değersiz değildir ki..milyonlarca eksisiyle, milyonlarca artısı vardır sadece...sadece tek bir artısı ya da tek bir eksisi olmaktan iyi değil midir bu...ya da iyi/kötü yoktur işte... kutuplaşmamış insan, hiç bir etkisi ve görüşü olmayan insan olarak görülür ya hani, ne büyük yanılgı... ne bombalar yaratabilecek güçleri vardır aslında içinde... dışında ise kocaman,sağlam bir zırh, içteki yanmaları, patlamaları dışarı yansıtmayan,ama dışardaki en ufak bir etkiyi içeri sızdıran... dışarıya karşı koruma kalkanı değildir yani bu, içeriye karşıdır... içbükey kalkan...dışbükey olanlar başka bir konu...

Çarşamba, Ocak 04, 2006

günlerden bir gün...

Sabahın 6sı.. görünmez bir el dürtmüş, biri kulağıma uyan diye fısıldamış sanki… vücut dinç tabii diyorum, gecenin 2sinde yatmış olmama rağmen uyanıyorum böyle.. tatildeyim ne de olsa, işe gidiyor olsam uyanmazdım, da diyorum… sonrasında istediğim kadar uyuyabilecek olmama rağmen gözümü açmayı reddediyorum bir sure… sağ yanıma yarı dönükken açıyorum yavaş yavaş, eski filmlerde göz ameliyatı olmuş insanların yüzündeki sargılar açılırken açtığı yavaşlıkta ve kırpıştırarak…
Yattığım yerden odamın içinde gözlerimi gezdirmek, farklı ve abuk sabuk hayaller kurmak zevkiyle dolaşıyor gözlerim yine odamda… farklı eşyalar üzerinde birkaç dakikalık duraklamalarla... en verimli cümlelerimi kurduğum, kalksam yazmaya başlasam kitap olur dediğim düşünceler,dekorasyonlar ya da tanıdıklarla/ potansiyel tanıdıklarla yapılabilecek “muhtemel” diyaloglar..hepsi geçer kafamdan…
sabahın 6sı demiş miydim.. hava karanlıktan aydınlığa geçişin ağır adımlarında… etraf sessiz, herşey uyuyor sanki…sanki?? ben,en çok, bir kitap sayfasından çıkmış tasvir gibi hissediyorum odamı böyle loşluklarda… hatta bir çizgi romanın keskin olmayan, yumuşak siyah beyaz çizgileri gibi geliyor.. kitaplığım, masamın üzerindeki düzensiz düzenli eşyalar, duvardaki poster, resim, küçük afiş…yatağımın ayak ucuna gelince duruyor gözlerim… kamera kendini çekmiyor ya öyle birşey… saate son bir göz atışı yapıyorum.. buraya yazmadıklarımla beraber 7:30 a kadar ilerlemiş… film bitmiyor ama ekran yavaş yavaş kararıyor tekrar..