Çarşamba, Aralık 19, 2012

neye kasıyorduk?

çok koşarsın da bacakların kesilir ya da hamur yoğurursun da bir kağıdı bile tutamayacak gibi hissedersin ya hani, ruhum şu anda öyle. neyin mücadelesindeyiz yahu!? hayat bir mücadeleymiş, yok yaa... istemiyorum arkadaş! mücadeleler, çabalamalar, kendini aşmalar, koyvermemeler, sana yakışmazlardan kaçınmalar falan... neden yani, deli miyiz biz? kaç gençliğimiz var, kaç hayatımız?

bu mudur yani "aslındaa hayaaaaağt çoooooğğk anlamlıııığ" diye tekrarlanan hayat? dostum hayat demişsin ama çok afedersin bok bu demek istiyorum o halde.

hem ne biliyorsun delirdim belki, ben belki, ben deliyim, evet... belki, emin değiliz. ama adım anıldığında aklınıza ne geliyorsa ben o değilim.

Pazartesi, Aralık 17, 2012

hiç huyum değildir..

ne bileceksin, huyum mu değil mi? ben bile bilmiyorum.
yerde debelenen bir böcek görsen ne yaparsın diye sorsan mesela, sor hadi... tek ve kesin cevabım şu olur diyemem.
ya bir süre debelenmesini izler kendine gelir gibi olduğunda korkar uygun bir cisimle şaplatabilirim, ya görmezden gelir işime bakarım ya da üzerime zıplamayacağına emin olacağım bir şekilde balkona falan taşırım. ya da başka bir şey.
yüzdeliksel olarak huyum olmadığını tahmin ettiğim bir şey var. meselenin aslı o. şimdi ben bir şeyi kafaya koyduysam -ki bunlar ıvırzıvır şeylerdir, öyle kariyerdi, eğitimdi falan değil- illa yaparım. birine beklenmedik zamanda hediye almak da bunlardan biri, o hediye alındı mı mutlaka verilir. işte bir ilk olarak, ilk defa diyorum bak, birine aldığım bir şeyi ona vermedim, vermekten vazgeçtim. çöpe atacaktım ona da kıyamadım. bir yerlerde unutulmuş eşya muamelesi yapayım dedim, unutamadım. şimdi çekmecemde duruyor, en iyisi yanlış yorumlamayacağına emin olduğum yakın arkadaşlarımdan birine vereyim diyorum.
huyum değil bence de, evet.

Salı, Aralık 11, 2012

bak bugün salı

inanmazsın bugün salıymış, ben de inanmadım. ben inanmadığımda salı değildi gerçi, ama ben salı sanmıştım, zira pazartesiymiş. gerçi bana sorsan bugün ne pazartesi, ne salı koca bir haftaydı tam.
dün sınavın nasıl geçti dediğimde farkettim, dün pazardı ve sınav bugündü. yarın da sınav varmış. ne farkediyor ki, ha dün ha bugün ha yarın. onun sınavı var benim işim, birbirinin aynı günler.
kitapların arasına neden ayraç koyuyorsak günlerin arasına da koymalıyız. yoksa karıştırıyorum böyle kaçıncı sayfamda kaldığımı. yok yok öyle değil, biliyorum ne dediğini, diyorsun ki; defter bu sen yazıyorsun, hayır tastamam kitap bu. öyle kötü davranıyorum ki ona, benden başkası da okuyamayacak.

şans vermeyeceğim durumlar için şans bekliyorum, ha ha ha.

sorun o değil, aslında sorun değil yani.


terlik

terlik dediğin rahat olacak önce, adı terlik ama terletmeyecek ayaklarını, tüm gün ayakkabı içinde bunalmış ayaklarına sıcak bir yuva gibi olacak... yumuş yumuş olsun hatta, yoksa tütütütü mü olsun, fıtıfıtı mı, lülülü mü bilemedim. mutfakta düz, salonda rahat, yatak odasında ponponlu olsun.
hoş telaşların, bezgin adımların, fırlatıp atmaların, uyurken ayaktan düşmelerin, nerede bıraktık bulamamaların, teki nerede bunların, misafirliğe giderken götürmelerin, evden emekli olup apartman içinde kullanıma geçmelerin nadidesi.

terlik önemli şey, evi ev yapar, seni de o eve ait.

Cumartesi, Eylül 22, 2012

başarılı olan sperm mi, yumurta mı?

başarı hikayelerinde kullanılan görsel, bir mıh gibi beynimize işlemiş... miskince duran bir yumurta ve diğerlerinin önüsıra ve onlardan açıkara koşturan bir sperm. ve burada başarılı olan o en önde koşturup yumurtaya varan spermdir. bu söylenir, bu gösterilir. halbuki yumurtaya ilk varan olmayabilir, yumurtayı dölleyen.
başarılı olmak istiyorsan diğerlerini alt etmelisin sonuçta, bunu kim inkar edebilir. peki ya o yumurta, bir yere koşturmadı diye başarısız mı, yerli yerinde çatlamış ve döllenmiş olsa bile hala miskin bir yumurta mı?

ya aslında ne yumurta ne sperm başarısıydı benim yazacaklarım yine başka yerlere geldim...

şimdi bakıyorsun ilk çocuklar hep daha güzel, ikinci çocuklar daha çirkin..(ben öyle dediysem öyle)
sanki o ilk koşturan sperm ve döllenen yumurta bir daha fırsatımız olmaz belki diyerek tüm iyi özelliklerini seçerek ilk çocuk için birleştiriyorlar. ha zaten tek çocuksa, kardeş mardeş yoksa combo box bir durum... annenin gözü mü güzel, yanına bir tık, babanın saçları mı iyi, bir tık da oraya... eller, seçildi bile... boy, pos, endam, cilt, bilmem ne...ooo şahane! hooop nur topu gibi bir çocuk. e ailenin de ilk-belki tek- çocuğu olması tüm bu silsilede tüm payeleri de topluyor zati, ilgi sevgi en üst düzeyde. ve doğduğunda bir başarı paketi olarak gözlerini açan bu arkadaşımız, sonrasında çok çaba sarfetmeden, sahip olduğu özelliklerinin de ekmeğini yiyerek rahat yaşamını sürdürüyor.

sonra bu çift bir çocukları daha olsun istiyor, elimizde neler kaldı ziyan olmasın misali tıklar geliyor yine. aynı, elişi dersinde elindeki tüm malzemeleri orta yerinden kullandıktan sonra öğretmenin verdiği ek ödevi, kıyıda köşede kalmış malzemelerle, birbirine ekleyerek yapmak gibi. (şu an acımasızım olm, tüm ikinci çocukların diliyim dur bi..ahaha)
bu yavrucak bakıyor ki mükemmel donatılmış bir abisi/ablası var, n'apsın kendini fiziksel ve mental olarak olarak gösterebilmek için yapmadığı şey kalmıyor, bir yerlerindeki kılcal damarları patlatırcasına (beyni demek istedim tabii siz ne anladınızdı) çalıştığı da oluyor, yerli yersiz ağladığı da... sonra sevgi görmek için dolabın tepesinden kendini atması mı dersin, ilgi çekmek için tırmanılamaz ağaçlara tırmanması mı, girilmez sularda derinlere dalması mı, gidilmez hızlarda otobanlarda uçması mı... bir de bir vakur, bir filozof falan olur ki bunlar, tadından yenmez.
neyse vel hasılı tüm bu beyhude çabaları onu ancak şımarık ve asi ikinci çocuk yapıyor tabii.

ne hikmetse, 3.çocuk -öğretmenin yeni ödevi için kırtasiyeye gidilmiş olacak ki- yine en iyilerle donatılır olur.


tüm, ailesinin ilk çocuğu ya da tek çocuğu olmuş arkadaşlarımı da, ablamı da seviyorum. şu yazı ikinci çocukluğun şımarıklığı işte o kadar, daha fazlası değil...




ya bir de demeden edemeyeceğim.
bir güneş ve cazibe merkezi gibi görünen kadın yumurtasına ulaşmak için koşturan erkek spermleri bize bir şey anlatıyor gibi.
kadın durur, erkek elde eder gibi. hatta kadın tek, erkek zibil gibi.
ama işler tersine döndü bebek, çünkü artık kadın zibil gibi erkek tek, nüfus terse döndü. o yüzden o yumurtalar harekete geçti, elde edebilmek için yuvarlanıyor, taklalar atıyorlar... bu işte tecrübeli olmadıkları için arada bir yerlere çarpıp zayii de oluyorlar tabii.

offff yazlık, kışlık kıyafet düzenlemesi yapacaktım güya...


Pazartesi, Temmuz 09, 2012

özgürüz ikimiz de..ikimizde... ikisi de oluyor ya

şu çağrışım oyunları vardır ya, ondan oynayacağız şimdi...
tek soru var, süre 3 saniye; özgürlük denince aklınıza gelen hayvan?
1
2
3
bitti...
at mı dediniz? 
evet evet at demiş olmalısınız, yoksa yazının devamını getiremem.
şimdi aslen bütün hayvanlar özgür, hepsi doğada dilediklerince yaşıyor, ama özgürlük dendiği zaman aklımıza karıncayiyen, bok böceği, timsah, zürefa falan gelmiyor da, at diyoruz; ki at en az özgür olan. ancak işte zati özgürlük kavramı da esaretten beslendiği için, insanlara karşı bağımsızlığını ilan etmiş, bayırda, çayırda delidolu koşturabilen at figürü bizim için özgürlüğü ifade ya da temsil ediyor. 

bizi bağlayan herhangi bir güç olmasa, özgürlük diye bir kavram da olmayacak. tersinden bakarsak da, özgürlük kavramı olduğu sürece esaretimiz baki. esarete sebep öğeler olmadığı, dolayısıyla doğadaki bir kuş kadar özgürken, özgürlük üzerine düşünebilir mi insan ve özgürlüğü sebebiyle mutlu olabilir mi? mutsuzluğunun sebebi istediği gibi özgür olamamaksa pekala mutlu olabilir. ama işte burada takılıyoruz.
hayallerimizin ana konusu bırakıp gitmek buraları... kafana göre takılmak, büyük kentten ve sorunlarından uzak bir yere gitmek. hadi gittin... ve hadi hepimiz gittik, herkes dilediğince hareket edebiliyor gittiğin yerde. keyif alacağına emin misin bundan? çünkü özgürlüğün, insanın kendisi öyle olduğunda değil, kendisi özgürken başkalarının esir olduğunu bildiği zaman keyif verdiğini düşünüyorum. farklılaşma ve üstünleşme çabası. demek ki, herkes eşitken olabilecek bir şey değil özgürlük.
bunu en pratik olarak çalışan insanların izin dönemlerinde gözlemleyebilirsiniz. "ben şimdi tatildeyim, o çalışıyor" un gizli hazzı... "o tatildeyken de ben çalışıyor olacağım ama mühim değil. şu anda özgürlüğümü, arabamın sağ koltuğuna alıp caddelerde, kafelerde, çimde, güneşte fink atabilirim. ve saate bakacak olursak ben bunları yaparken birileri haldır haldır çalışıyor olacak". özgürlük istediğin şeyi, istediğin zaman ve mekanda yapabilmektir. ama sanki yoook hayır, özgürlük başkaları bir şeyler yapamıyorken, sırf kendi yapabilirliğini göstermek gösterişsizliğidir. bu mudur bizi iplerimizi koparmaktan da alıkoyan?
ya da özgürlük, tüm kapılar ardına kadar açıkken çıkıp gitmemeyi seçebilmek midir?

*bu yazı, çok uykusu gelmenin halüsünatik etkisine ithaf edilmiştir... git uyusana, hala yazıyor ya sersem...

Pazar, Mayıs 20, 2012

hayat ve hayal arasındaki tek fark bir harfmiş gibi...

uzun süredir yoldaydım, ayağım gaz pedalıyla bir olmuş gibiydi, ne çok hızlı ne yavaş gidiyordum otobanda... amerikan filmlerini yoğunlukla izleyen bir nesil olmamdan kelli kafalarda oluşacak görüntünün o minvalde olmasını tercih ederim... misal şu şekil bir yolda, 67 model şöyle bir chevy ile... tamam kabul pedallara erişmekte zorlanıyor olabilirim ama siz hayal ederken bir zahmet detaylara girmeyin :))



yolun uzun olacağını bilmeden hazırladığım mp3 listesi belki 2785.tekrarındaydı. öyle olmasına rağmen her şarkının bende farklı bir anı yaratacak fonu da oluşmamıştı tutturduğum yolda. böyle olması belki daha iyiydi, salt şarkıları sevebiliyordum. istisna olan birkaç diğerinde olduğu gibi anıları tekrar tekrar yaşamıyor, unutsam mı hatırlasam mı, bu şarkıyı da bir daha dinlemiyim en iyisi, yok yahu şarkının ne suçu var, en iyisi bu şarkıya yeni bir fon oluşturayım döngülerine girmiyordum. bu döngülere girdiğim şarkı sayısı da iki elin parmağı kadardı, yani genetik bozukluklarla beraber en fazla 12... bu şarkıların fonları da tahmin edersiniz, yol boyunca aldığım bazı otostopçu arkadaşların eseri olmuştu... neyse şarkılardan bahis bu kadar yeter.

bu dümdüüüüz ve uzun yola nereden, niçin çıktığımı ve nereye gittiğimi unuttuğum bir zamanda, artık ayağım da uyuşmuş bir durumdayken bir karar vermem gerektiğini hissediyordum. gönül bağı kurduğum chevymin gazını körükleyecek ve ne olacağını bilmediğim bir bitişi hazırlayacaktım sanırım... ben bunları düşünürken bir sapak göründü uzaktan, şimdi ya bildiğim düzlükte devam edecektim ya da sapağa girecektim. yol zorlu ve dar görünüyordu. chevy ile olmazdı... oldukça yavaşladım ve tam sapakta durdum. içimdeki değişim arzusu sebebiyle aslında ne yapacağımı bildiğim halde bir süre düşündüm. sonu ya da süreci nasıl olacak olursa olsun, sapağı tercih ettim. o alıştığım ve bildiğim yolu chevymle birlikte arkamda bıraktım. biraz tedirginim, biraz gergin, biraz heyecanlı, bir bunlar kadar da gittiği yere kadarcıyım şimdi.

nasıl ilerleyeceğimi bilsem de, bilmediğim bir yoldayım... 
belki gün gelir ne yol kalır ortada, ne sapak ve kendi yolumu çizmem gerekir...belki ve umarım...


***
arkadaşlarımı özleyeceğim...


Pazar, Mayıs 06, 2012

hıdır* usta

hızır aleyhisselam derler, derdi olanın dermanı olmak için koştururmış derler, sonra hızır derler kişi değil güzellikler oluşturan doğasal bir bütünlük derler... o onu der, bu bunu der, ben giderim o gider.
hıdırellez biri midir, bir şey midir dursun burada...

hiç gül ağacına dilek yazıp bağlamadım, dibine bilmembişi gömmedim ve halim ortada işte, ahahaha.. yapaydım bak böyle mi olacaktım?!

neden yapmadım; hani batıldır falan bir yana...
bizde ağanın eli tutulmaz hocam, benim istediğimce değil sen gönlünün bolluğunca veresin. amin. (çakallık mı, hiç bile!)



*hızır mı, hıdır mı ikilemine düşünce arapça'da d(ad)'ın z olarak okunduğunu hatırladım... evet, so?


Pazar, Nisan 22, 2012

ilkbahar

yağmurdan haz etmeyen, güneşe bayılan biri olarak bugün bir aydınlanma yaşadım..
ben ki senelerin güneş insanı, yağmurlu ilkbahar gününün güneşli havalardan daha demokrat daha özgürlükçü olduğunu farkettim ve sempati duydum, hatta sevdim onu.
hava güneşliyken illa dışarı çıkman gerektiğini düşünüp hissederek kendini sokağa atıyorsun ya, güneş üzerinde bir baskı kuruyor yani, zira çıkmazsan kendini kötü hissediyorsun lan hava mis gibi, millet çiçeğe böceğe karışıyor ben evde piniyorum diye...
ama bahar yağmurunun olduğu bir gün öyle mi? değil.. diyor ki; ben güzelim, dışarı çıkmak için gerçek bir isteğin varsa sana mani değilim, çıkmazsan da kendini kötü hissettirmem, hatta otur balkonundan izle beni, düşüncelere dal.

havamız iyi böyle...

Pazar, Nisan 15, 2012

iki oyun...

iki oyun var, fırsat bulursanız izleyin diyeceğim;
cam ve mutfak söyleşileri..

biri özel , diğeri şehir tiyatroları'ndan,
biri türk yazarlı(levent kazak) diğeri yabancı(vala thorsdottir) ,
biri+18, diğeri +16...

her ikisi de diyaloglar, karakterler ve oyunculuklarla çok keyifli...

gülme, gülümseme, çok içliyseniz hatta bir iki gözyaşı dökme, "aynen yaaa" nidasıyla eşlik etme garantili...

izleyin ama lütffeeeenn :)

salyangoz mu, sümüklü böcek mi?

ne güzel hayvancıklar aslında...büyükleri de şeker ama asıl minminminicikleri var inanamıyorsun, o kabuğun altında sümüklü böcekcik olduğuna...
neyse konumuz şu; geçen yağmur yağdığı gün eve dönerken, bir salyangoz taş yola çıkmış usul usul ilerliyordu, alıp kenara koysam mı diye düşünüp, doğal gidişatı etkilememek için vazgeçtim ve ben birkaç adım attıktan sonra hızla geçen araba onu ezmemiş olsun diye dua ettim, ezmemişti... ama tekrar aynı şansta olacağını bilebilir miydik?

bugün hava yine yağmurluydu ve geçen gün gördüğüm yere yakın yine bir salyangoz kımıldanıyordu, bu defa alıp yol kenarındaki yeşilliğe koydum...
doğal akışı mı etkilemiştim şimdi, hayır... doğal gidişat denilen bizim o anda yaptığımız ya da yapmadığımız her şeydi, neysek oydu.


Pazartesi, Mart 05, 2012

yoğurt kaç şekil yenebilir ki...

hepimiz birer yiğidiz ve yoğurt yeme şekillerimiz var...
böyle afili söylemesi kolay da, ben yoğurdu hep diğerleriyle aynı yediğimi düşünüyorum.(kaseye koyuyorum, kaşıksız, böyle kedi gibi kenardan kenardan, dimi..)

dolayısıyla yoğurdu nasıl yediğimi anlatmam da tuhaf geliyor, hele bir yaştan sonra... -gerilim müziği olsun burada-
bir yaştan sonra bazı şeyler ne kadar zor gerçekten ve bu yaşta böyleyse ileride ne olacak acaba demeden edemiyorum...
şu an bu kadar bezmişken ben, yürümeye bile üşeneceğimden emin olduğum ve dolayısıyla olmak istemeyeceğim yaştaki teyzeler neler neler yapıyorlar...
bu acaba; madem ölmedim, debeleneyim bari demek mi, ölüme yaklaşıkça ölmekten kaçmaya çalışmak mı, kalemleri bırakın süreniz tamamlandı dedikten sonra bunu böyle demişler, ama lakin öyle değildir, zira olabilir de falan yazıp isim soyisimle 5 puan koparmaya çalışmak gibi mi?

bir zaman, bir yaş sonra her şey geriye sarıyor...
hepimiz haklıydık bence, gerçekten hayat dediğin 25 yaşına kadar...
yapıp ettiğin, düşündüğün, hissettiğin, genellediğin, bildiğin ve zannettiğin ne varsa, aşkların, nefretlerin, sevgilerin, öfkelerin hepsi o kadar zati.. sonrası gereksiz dantelalar ve süsler ya da sökülen ipler.
bir kere, ne kadar olgun da olsan yaş=<25 halinde keskinsindir ve böylece dibine kadar yapar, yaşarsın ahvalini ve hala şaşırabilirsin, bir yandan da naif, kırılgan...
yaş>=25 halinde bir temkinli olma hali, bir sağduyu, bir yuvarlak hatlar, haklı haksız yokturlar, hayatta her şey mümkündür guardları, ki böylece hiçbirşeye şaşırmaz ve savunmasız kalmazsın.. güçlü olmak, görünmek her şeydir...
30'dan sonra hayat başka, uuu hele 35'te şöyle böyle diyenler, bi susun la...
nerden girdik bu yaş konusuna.. sendromda mıyım?! velev ki sendromdayım ne olacak?


çalışmak değil ama yazmak özgürleştiriyor dedi bir arkadaşım, yiğit ve yoğurt yeme şekli denen bu aslında.. kimi yazarak özgürleşiyor, kimi beste yaparak, kimi çizerek.
ve içimizde özgürleşemeyen birileri hep var..

yaşamanın da çeşitleri çok ama, benimki sizinkinden farklı mı ki anlatayım? 5liraya patik satan teyzenin yanından patiklerle ilgilenmeden geçtikten sonra kafamızdan geçenler farklı mı? değil... 5lira para mı ki benim için, ama ona para.. alsaydım ne olurdu sanki, üşüyen birine verirdim.. merdivende 50kuruşa mendil satan çocuktan, motorda 1liraya limon suyu çıkaracağı satan adamdan sonra düşündüklerim gibi anlık kalacak. tekrar görünce tekrar hatırlayacağım, halime şükrederken bir utanç hissedeceğim. her şükür içinde utanç da taşımaz mı? çünkü her şükrün içinde çok ya da az iyi ki ben öyle değilim yok mu?
bazıları için hiçbiri yok...peki onlar iyi ya da kötü mü, değil.. (al sana yaş>>25 vakası)


ha bir de, beklentini düşük tut, olmazsa da az üzülürsün kadar pis bir tavsiye yok..
benim beklentim yolda aynı hızla yürüyebileceğim biri olmasıydı.. vay da vay bu ne büyük beklentiymiş meğer!

ben depresyondayım ama bunu bile doğru düzgün ifade edemiyorum..
(iyi de olmayan var mı? he yok, herkes depresyonda, ne kadar hoş, elele tutuşup depresyon çemberi mi yapalım, bana ne herkes depresyondaysa..havalardanmış! bahar gelirse geçermiş..çok afedersin, bok!)


Pazar, Şubat 26, 2012

mesela

bi indie rock olsa, coverlansa felan... he canıma he...

aşk vs şarkılar

çok sevdiğim bir albümü hiç bıkmadan her gün ve defalarca dinlediğim zamanlar sonrasında bir gün geliyor ki, değil albümü ondan bir şarkı bile duymak istemeyecek kıvama geliyorum...
işte o gün, o albüme duyduğum aşk sebebiyle olduğunu anlıyorum bunun...
ve aşkın uzaklaşmak isteği doğurabileceğini hatırlıyorum...

birine aşık olunca da onu aklından çıkaramaz, bütün gün onunla ilgili şeyler düşünürsün, onsuz tek bir anın bile geç(e)mez olur ve uyandığında aklına ilk gelen o olur ya...
ve yine bir gün uyanıp yine aklına ilk o geldiği anda tuhaf bir rahatsızlık duyarsın, hatta nereden çıktı bu der -gibi- olursun ya... aynı albümde olduğu gibi işte; yok olmasın ama uzaklaşsın ister gibi olursun...

ne? olmaz mısın?! hmmmmm... neyse canım işte, olur öyle arada...

içimizdeki michael caine sevgisi






Pazartesi, Şubat 13, 2012

çay ya da kahve, işte bütün mesele bu...

çayı şekerli seven, şekersiz içen, koyu ya da açık tercih eden, sadece kahvaltıda bal-peynire yoldaş eden, bütün gün muntazam aralıklarla tüketen, içmeden güne başlayamayan, ayılamayan... aklıma gelen çay insanları. bir de bunun kahve versiyonlusu var tabii.

aslında her şey çay ve kahve kadar basit...
çaydan gideceğim yine...
misal ben çay insanıyım ve şekersiz ve normalden koyu içiyorum, içmeden ayılamıyorum hatta başım ağrıyor falan... psikolojik diyorlar kimileri, ama ben bu standartlar içinde yaşamaktan keyif alıyorum, benim doğrum bu... hal böyle olmasına rağmen evimde şeker de bulunduruyorum, kahve de, zira böylece misafirlerime seçme ve bunu ifade etme özgürlüğü verebildiğimi düşünüyorum.

ama allah sizi inandırsın bizim bir komşu var, çay insanı o da, ama evinde ne şeker, ne kahvesi varmış, hatta ve dahi evine çay insanı olmayan giremezmiş bile. marketlerde kahve kavanozlarını kırmaya kadar götürmüş birgün de, arkadaşlar zor zaptetmiş... kahve falı bakan yerlerin camlarına taş fırlatmışlığı da var hani, neyse ki isabet ettirememiş. sanki bir "tutmayın beni" havası var, bir şey yapacağından değil de, fazla dışavurumcu.
geçen markette çay reyonunda karşılaştım onunla, aynı pakete uzandı elimiz, mecbur muhabbet hasıl oldu. ama nasıl desem size, onunla aynı nesne üzerinden böyle bir ortaklığımız olmasından bile rahatsız oldum. çay çorbası, çaylı kek, çaylı peynir denemelerinden bahsetti, mutlaka tattırmak istediğini söyledi ayaküstü, bir de yazı göndermiş hükümete çay bakanlığı kurulsun diye. anlaşılan çay onun için sadece çay değil bir yaşam biçimi olmuş. ben onun çayla bu kadar "bir" olmasına saygılıyım sorun orada değil. ama şimdi ne de olsa başkasının, yani misal bir kahve insanının gözünde her ikimiz de çay insanıyız ya ondan. tamam ikimiz de çayı seviyoruz ama standartlarımız aynı değil sonuçta.
ve benzer durumların, konumların kahve insanları içinde de olması beni pek rahatlatmıyor.

zira insanların kendi standartlarına göre ve doğru bildikleriyle yaşamalarında sıkıntı yok, doğrularını ifade etmede de... sıkıntı doğrularını dayattıklarında ortaya çıkıyor.

çay ve kahve seven, çay veya kahve seven, çay da kahve de sevmeyenler demek yerine hepimize insan diyerek- herkese insan diye bakamayana bile- bakabilmek sorun...


o değil de, evi ev yapan fokurdayan çaydanlıktır yahu ;)


Perşembe, Şubat 09, 2012

ağırlık

sen minicik bir kar tanesisin,
şemsiyeye çapınca nasıl çıkar sesin?

Pazar, Ocak 08, 2012