Çarşamba, Aralık 28, 2011

not düşülsün...

düşündüklerimiz yüzünden yargılandığımız bir devlet yapısı içindeyiz ve bunu eleştiriyoruz.
ancak toplum ve birey bazında baktığımızda yargılanmanın yanıbaşında daha kuvvetli bir ters güç olarak ayıplanma yer alıyor. bu, "nasıl olur da böyle düşünürsün" baskısı düşünmekten ve bunu ifade etmekten caydırır bir hal alıyor.

biri(leri)nin düşündüklerine, doğrularına paralel olmayan, ters, çatışan bir şey söylediğiniz vakit kabul edilemez oluveriyorsunuz. dışlanmanız, "linç" edilmeniz an meselesi.
objektif olduğunu söyleyen insanların teraziyi kendi ellerine aldıklarında, çubuğun yere paralel durmasıyla çok ilgilenmediklerini de görüyorsunuz.
insanlar, sadece kendi penceresinden yola çığırtan ev teyzeleri halini alabiliyor, gerçekten ortada duran ise çok az.
ortada durduğunu zannederken, hali abartıp kanırtan, yontanlar da var, sonradan görme zenginler gibi geliyor bunlar da bana.
tanımlar bir resim çizmek için, yoksa ne ev teyzeleriyle ne de sonradan görme zenginlerle derdim var.

bundan bilmem kaç sene sonra, türk-kürt meselesi ne şekilde anlatılır bilmiyorum. şu an bile bu mesele ortak bir tanıma sahip değil. bilenler bilmeyenlere anlatsın desen, bilen de yok bilmeyen de, herkes her şeyi biliyor, kimse bir şey bilmiyor.

olayların sıcaklığıyla yaşandığı bölgeden kilometrelerce uzakta internetten ve tv'den gördüklerimle, rahat koltuğumda mantığımın çıkardığı sonuç; boktan bir kavga ve savaşın senelerce sürdüğü, kürtüyle, türküyle çocukların, ana-babaların şehit olduğu/ öldüğü, acılar yaşandığı.

savaş ve silah karşıtıyım, ama korkarım ki en karşıtın bile o bölge içinde psikolojisi ve davranışları değişir. "o bölge"...

-askerliği anlamlı bulmayan biri olarak- hiç canınızdan biri (mecburen)askerlik yaptı mı? o canınız askerdeyken çatışma haline girecek oldu mu? bir başkasının canını alacak duruma geldi mi? ve o canı aldı mı? kendininkini verdi mi?
kime öfke duydunuz, kimi suçladınız?

hala, her şey çok saçma...


hadi kilometrelerce uzağı bıraktık diyelim... aynı kentte; yan yana yolda yürüdüğümüz, aynı trafikte direksiyon salladığımız kaç insana tahammül edebilecek durumdayız?
farklı eğitim seviyelerinden, yaşam tarzlarından, kültürlerden geliyoruz ama insanlık tüm bu parametrelerden bağımsız.
ve insanlığı körelmiş, tükenmiş olanlarla aynı havayı solumaya bile tahammülümüz yokken, yaşamına, yaşam alanına, düşüncesine, varlığına saygı duymak ve dahi hoşgörmek uzak bir beklenti, zor sahip olabileceğimiz bir erdem bu durumda...

arada bir doğrularınızı güncellemeye çalışın, yargılarınızı esnetmeye ve bakış açınızı genişletmeye de... gördüğümüz göründüğü gibi olmayabilir.

Pazar, Aralık 18, 2011

saçmalığın hafifliği

yeni bestemin güftelerini paylaşıyorum sizinle...

çalan müzik aldı aklımı,
arabanın ön camını sandım kamera...
zoom yapayım derken unuttum freni...
girdim öndeki arabanın bagajına...

gözümü kapayıp açtım üç kere...
seni gördüm karşımda...
birden anladım ki her şey palavraydı,
sen vardın yanımda...

çok trafik vardı kullanmadım dört tekeri...
taktım kulağıma müziğimi,
yürüyen merdivenler oldu ağaçlıklı bir yol...
uçuyordum ama aşağı doğru, tökezlemiştim çünkü
yapıştım yere en sonunda akıttım pekmezimi...

gözümü açtım kapadım üç kere
seni gördüm karşımda
anladım her şey palavraydı,
sen vardın yanımda...

yanımda...yanımda...yanımda...

Pazartesi, Aralık 05, 2011

çirkin bir çocuk vardı, onu özledim

sevdirdim ben kendimi size,
ne tatlı, şirin kız dediniz bir de...
görmediniz, göstermedim çirkin yüzümü,
içimden ağlayıp dışımdan güldüm yüzünüze...
iki yüzlüyüm ben bilmezsiniz,
neler biriktirdim ben özümde...
keşke göstersem içimdeki tortuyu,
ama inanmazsanız böyle bir birlikteliğe...
ön yargılarınızı kırardım belki,
yok ki iyi ve kötü bir şey diye...

çirkin bir çocuk vardı, onu özledim...
bütün bu dizeler düzmece.

insan ol lan!

kusura bakma okurinsan, başlık biraz kaba görünüyor ama aslında değil, özünde iyidir...

çoğu kişinin bildiği bir alegori var, din derslerinden, sözlük ya da forumlardan, bir yerlerden illa duyulmuştur. dağlara, taşlara, ota, böceğe teklif edilmiş de bir insan kabul etmiş sorumluluğu...
insan olmak ağır bir şeymiş çünkü, ama biz salaklar kabul edip, ver anam babam ver, bize bir şey olmaz demiş cengaverlik etmişiz.
oradaki o sorumluluk kimine göre düşünebilme yetisiyle beraber kendi varlığını sorgulayabilme, çevresinde olan biteni anlama ve hıyarca davranmama olarak tanımlanır.
insan olmanın yükünü taşımak derken de, iyi insan olmak zordur, denmeye getirilir, ki çok yanlış değil tabii.
ama unuttuğumuz şu, insan olmaya öyle yüce anlamlar yüklüyoruz ki, mükemmel insan diye tanımladığımız ve aslında tüm insani özelliklerden arınmış yeni bir varlık oluşturuyoruz. ve bu bizim başkalarına tahammülümüzü, saygımızı sakata getiriyor.
lan gerizekalı arkadaşım - bu da kaba göründü dimi, bakma özünde incedir- insan olmanın sorumluluğunu taşımak şu; yeri gelecek kin duyacaksın, öfkeleneceksin, kıskanacaksın, ego-santirik olacaksın, hainlik ve/veya kötülük yapacaksın vs. vs. ve tüm bu erdemlilikten uzak his ve davranışlar içindeyken hatırlayacaksın; sen insansın ve bunlar da insani şeyler. kendini yargılamayacaksın, güzeli ve iyiyi herkes sever, sen kendini 'kötü' hallerinle de seveceksin. kendini sevdin mi, aferim mi istiyorsun,olmaz... tuzak kurdum sana, en kolay kendini seversin zati, yer miyim ben? sevgi böceği ol demiyorum, objektif ol yeter. nasıl ki suyun farklı basınçlar altındayken kaynama ısısı farklı, her insanın da öyle, yargılama. sen hiç bir şeye zıplamıyorsun, dellenmiyorsun diye başkasının da dellenmemesini bekleme diyorum. dellenmek kadar normal. özgür ol, özgür kıl.

ha tırtlayan yere geldik; özgürlük. düşünme ve bunu ifade etme özgürlüğü misal. herkesi eşit seviyeye getirebilecek tek durum. senin ifade ettiklerinden ben etkilenip sinir olabilir, kafanı kırmak isteyebilirim, bu da benim özgürlüğüm... değil. kafa kırma özgürlüğü diye bir kavramımız yok. ama elimizde denk kuvvetler prensibi diye bir şey var, sözlerime sinir olduysan sözlerinle karşılık verirsin, basit.

şimdi de zırt diyen yere geldik. hiç trafikte bulundun mu? sürücü olmanı tercih ederim, zira yolcuyken pek fark edemiyor insan. (metafor oldu bu sanki)
trafikte kimseye laf anlatamazsın, vakit ve iletişim dili, olan bitenin gerçekte ne olduğunu anla(t)maya yetecek kadar değildir.
haklıyken haksız görünür, yok yere küfür yer ya da edersin. çünkü çoğunlukla hiç de göründüğü gibi değildir olanlar ve bir milyon ön kabul vardır. taksiciler iğrenç, kadın sürücüler berbat, erkekler hırbo, polisler kaos yapıcı, yayalar salaktır...bir milyona sen tamamla.
bir terslik oldu diyelim, muhatab olmak isteyeceğin araç çoktan mekandan uzaklaşır. bak abicimler,aslında şöyleler içinde kalır, gerçi söyleyebiliyor olsan da çok farketmez, anlıktır ve haklı haksız yoktur. ya da haksız hep bellidir.

neredeeeen nereye, unuttum dimi asıl diyeceğimi...unutmadım da çok uzadı, sıkıldım.

neyse işte üstad, kimseye laf anlatılmıyor, bırakalım herkes kendini yaşasın.

Cumartesi, Kasım 12, 2011

esenlerde gidecek var

sözler ağır gelir bazen, hiç konuşmamak hafif...
miskinlik gereksizlik hissinin tavan yapmasıysa miskinlik tacımı gururla taşıyorum şu sıra.

olay örgüsü şöyle ilerliyor; filancayı arayayım da bir şeyler yapalım diyim, elim henüz telefona gitmemişken nereye gidip oturacağımızı, ne içeceğimizi kafamdan geçiriyorum... kadıköy'e gideriz, bir margarita söylerim falan...
telefonu elime alıyorum, kişi ismini bulurken yine kafamdan kurguluyorum. az gürültülü, güzel müzikli bir yer olsun, taksim'e mi gidelim desem yoksa?
gittiğimiz yerde ne konuşacağıma sıra gelince gerçekten konuşmak ya da dinlemek isteyip istemediğime karar verme aşamasında takılıp kalıyorum. nasıl gidiyor diyeceğiz karşılıklı, eh işteler, püfler, belki biraz değişik olaylar, insanlar... işler ne alemdeler, bilmemkimler geliyormuş konsere gidelimler, şu filmi izledin miler...ee hayat daha başka nasıllar, aşklar, meşkler...amaaan takmalar... hayırlısılar, kısmetler...
telefon ekranına bakakalmış az önce kafamdan geçen sahneler onun ekranında oynuyormuş gibi epey bir durakalıyorum öyle, durarak kendimi ikna edecek gibi.
hava değişir, düşüncelerin değişir, modun değişir ara...ara...ara...
sonuç; vazgeçiyorum.
bir yarım saat geçiyor.
diyorum ki kişiye bağlıdır belki bu vazgeçme diyalogları, bir başkası için telefonu elime alıyorum, benzer kurgu, döngü...
ben değişmiyorum ki karşımdaki değişse ne olacak diyeceğim ama kendime haksızlık tacını da taşımak istemiyorum şu an. modumu değiştirebilecek kimse yoksa bundan da sorumlu ben olmiim bir zahmet.
ne gereksiz bir şey, konuşmak, anlatmak.. neyi çözeceğiz, ne anlayacağız.
hele şu günlerde, ne tespit, ne objektif durma, ne muhalefet yapma isteğim varken.
bir margarita için şu soğuk günde değer mi hazırlan, dışarı çık felan fişmekan diyorum en son.. aslında sadece bir margarita için değer belki de...
ve tüm miskinliğime ters şekilde aslında tümden gitmek istiyorum ben.

Çarşamba, Eylül 21, 2011

mevsimseldir mevsimsel...

baştan söyliyim bunlara gülecek arkadaşlarım var... ben yazdım diye yapmazlar belki ama, bu konular, bu tarz onlar için dalga geçilebilecek şeyler...
en azından gereksiz geliyor bunları ifade etmek...

halbuki özel temalı bir blogum olsaydı keşke... komikli olsaydım ya da çok politik, ciddi ya da fotoğraf, resim zevklerimi paylaşsaydım, zeki cümleler patlatsaydım, sarkastik olsaydım, her şeyi hafife alıp, kimseye ve hiç bir şeye önem vermeyen olaydım...orijinal orijinal...uuu ne şahane! olsaydım.
ne olacaktı, sadece hiç olmaktansa değerli bir hiç mi olacaktım?

neyse bana ne... olamayacağımı anladığım şeyi olmaya çalışmaktan çok zaman önce vazgeçtimdi ben.

ama asıl sorun düşünemiyorum...
sırtüstü yattığım yerden gez, göz, arpacık usulü ayak parmağımla nişan alıyorum menzildeki eşyalara...
sonra yine düşünemediğimi düşünüp baktım açık balkon kapısına... ne düşünürdüm ben eskiden?
zorlasam olurdu belki, üzülecek şeyler bulur, yine kendim teselli edebilirdim kendimi... ya da hayal kurabilirdim istesem, bir tatil yöresi, güneş, şezlong... ama olmuyor.istemiyorum demek.
düşünemediğimi güzel cümlelerle ifade etsem şöyle dallı güllü, sonra bir kitap olsa yazdıklarım, düşünememe sancımı okuyup beğenirdi belki insanlar... madem düşünemedin de nasıl yazdın bunca cümleyi demeden.

zorluyorum düşünmeye, hayal kurmaya, planlamaya...hissetmeye...

uyumak en güzeli geliyor, düşünmem gerekmeden düşlüyorum...

bak ne geldi şimdi aklıma; gölgesi olmasaydı sever miydik güneşi?

bir müzik dosyasıyım sonra dinlerim bir gün diye kaydedilmiş, kaybedildiği yerde bulunmayı bekleyen

özellikle keyif aldığım bir şarkıyı dinlerken geçiyor içimden, keşke bir müzik tınısı olsaydım sadece, bir parçanın içinde geçen dımmtıs
olsaydım yok yok tınnn olsaydım diye...
senfoni ya da balat olmaya ne hacet, ne mesut olurdum minik bir tınn olmakla...
hatta bir konserde ses aksamının azizliğiyle cıırt diye çıksaydım o an
için... cıırt olsam ne fark eder, ben minik bir tınndım ve mutluydum nasılsa...

asıl konu bu değil ama ben en güzel cümlelerimi minibüslerde yazdım havaya, öyle kolay, öyle bir çırpıdaydı ki, nasılsa yine gelir bu cümleler kafama dedim...
ama gelmezler bir türlü, müsait bir yerde inerler binmezler bir daha...

Pazartesi, Eylül 19, 2011

yaran mı var derdin var

çocukken bir oyun, bir yarıştı yara saymak... üstünlük verirdi fazla olması. çocukça olan bu oyun sosyal medyada da geçer akçe şimdi, dil yaraları, gönül yaraları ve bunlarda prof. olmak, tez yazmak, ders vermeler, reçeteler...

halbuki yaraların evrimi öyle miydi...çocukken uff olan ve öpülüp geçmesi için anne babaya koşturulan yaracıklar, ergenlikle düzlem değiştirir ve o andan sonra artık hiçbir yara bırakın öptürmeyi gösterilmez, açığa vurulmaz, hassasiyetle gizlenirdi, anne/babadan bile...ki en derin, en iz bırakıcı, en acı verenler olmalarına rağmen. öpücüğün iyileştirmediğini bilmekten mi ki bu?!

yara açık mı bırakılırsa daha çabuk iyileşir, muhafaza edilirse mi konusu net değil.
sosyal medyada da ortalara dökülen yaralar çocukluktaki sayma yarışması alışkanlığı değil de, iyileşmeleri beklentisi mi acaba?

Cumartesi, Mayıs 14, 2011

bugün 15 mayıs pazar 2011

sevgili günlük bugün 15 mayıs değil, kandırdım seni...yarın 15 mayıs...

önemli bir gün, yıllardır kimileri doğdu kimileri öldü bu tarihte elbet... bir şeyler yıkıldı, bir şeyler kuruldu belki... hatta belki sadece güneşli bir pazartesiydi, ve sendromsuz başladık iş gününe...

güneşler doğar, güneşler batar...ama insanlar uyumaz bazen düşünür...
ne güzel insanlardır onlar be, sadece düşünmez uygularlar da... gerçi bi dakika bazıları da pek güzel olmayabilir o insanların, başlı başına düşünmek iyi bir şey olmayabilir... -alarm:konudan uzaklaşıyorsun -tamam...

eylem zamanı güzel insanlar...
birlik zamanı, bağımsız düşünme ve hareket etme zamanı...
neyden bağımsız?
şimdiye kadar oluşturduğumuz ve biz dediğimiz; inanç, duygu, düşünce olarak etiketlediğimiz, "diğerleri ve ben"i oluşturan tüm ayrımlarımızı unutun, bunlara karşı bağımsızlığınızı ilan edin ve aynılığımızı düşünün, hatırlayın...

yolda yürürken omzuna çarpan ve senin delicesine sinir olduğun insanla senin aslında aynı olduğunu hatırla... çok susadığında, "su isteyen var mı arkadaşlar" diye sorup sana bir bardak su veren çalışma arkadaşın var ya, o da sensin aslında...

tüm 'benzemezliğimizle', 'özgünlüğümüzle' ne kadar komik olduğumuzu ve aslında milyarlarca farklı ama aynı insan olduğumuzu hatırlayın...

özledim lan sizi, hadi gelin taksim'de beraber yürüyelim...
köşe başında saat ondörtte... çok beklemem yürürüm he

konu internet sansürü, ama ne önemi var konu o,bu,şu... dedim ya ben sizi özledim...

yazacağım ama

yazdığımda yazdığım gibi hatırlıyorum bir süre sonra...
aradaki detaylar da kendiliğinden silinip gidiyor, halbuki hiç yazmasam hatrımda kalsın diye hafızamı yinelediğimden her şey eşit düzeyde hatırlanma imkanına sahip oluyor... zati bir süre sonra hepsini unutacak değil miyim ya da çoğunu diyelim...
unuttuktan sonra yazdıklarımı okuyup hatırlayabilirim ama mesela... hafızamızın yerine oturmadığı zamanlarda çekilmiş çocukluk fotoğraflarımıza baka baka ve bir süre sonra onları kendi hafızamızın parçası zannetmek gibi, unuttuğumuz şeyleri tekrar okuyunca da hatırlamış sayılır mıyız? unutulup hatırlanan eskisi gibi olmaz ama var olmuş olur bir yerlerde... yine benzeteyim, bir mevsim boyunca dolabın kuytu köşesinde kalmış aslında sevilen bir giysinin, o mevsim geçtikten sonra bulunması durumunda hissedilen 'burukluk' gibi... yok devenin tüyü, o kadar da bağlantılı benzetme değil, ama aklıma geldi dolabımı düzeltmem gerek...

yazlık kıyafet giyince yaz geldi sananlara güldüğümü hatırlarım geçen senelerde şubatta falan şortla tişörtle gezenleri görünce...mayıs geldi yaz gelmedi anacım, ama ben o elbisleri, etekleri, gömlekleri giyeceğim şekerim, ister mayıs gülsün halimize, ister akşamı wcde geçireyim üşütmekten nevaleyi-nevale ne be,nihale o-

neyse, söz uçar yazı kalır ama yazılan da eskisi gibi olmaz artık...
varsın olmasın, bak eğleniyor kendi başına neşesi yeter be...

Pazar, Şubat 20, 2011

takas&hesaplaşma

normal bir gün...
ye, iç, yat, yuvarlan...
gül, neşelen, hüzünlen, sinirlen...

sonra senin normal geçirdiğin bu gün ve öncesinde, çok da uzağın olmayan bir yerde, çok sevdiğin birinin sağlık sorunu olduğunu öğren...

artık ne gül, ne neşelen, ne hüzünlen, ne sinirlen...


Pazar, Şubat 06, 2011

susuyorsak edebimizden

şu 24 yaş uygulaması ne kadar daha can sıkıcılığını sürdürecek...

hayır yani yaşlandığımızı da hatırlatıyor... ve bu yaşlılık ayrıcalık katıyormuş gibi dursa da sevinemiyoruz buna...

cümleten mahkemelere başvurup yaşımızı küçültsek...
sen kovmadın ben istifa ediyorum desek...
yok mantıklı düşünebildiğimi söyleyemeyeceğim, zira karşımda mantıklı bir durum yok...
her şeyle kendi disiplini içinde tartışmak gerek ya, mantıksıza mantıksız girişeceksin, yok olmadı bu... her türlü girişsek?

sayın bayım sıkıcı olmaya başladın, rica ediyorum toparlanın...




Pazartesi, Ocak 31, 2011

Pazar, Ocak 16, 2011

tehlikeli oyunlar

herkese izletesim, sevdiklerime hediye edesim var...
oğuz atay'ın tehlikeli oyunlar'ı seyyar sahne ile izleyiciye sunulmuş... ve öyle güzel yapmışlar ki; aynı oğuz atay okurken olduğu gibi; izlerken de gülsem de, hüzünlensem de hep mutluydum.


oyuncusu erdem şenocak, "oyun 2 perde ve ilk perde 80dk. 2.si 50dk." dediğinde tek kişilik oyun ve 130 dk. mı vay da vay diye düşünüyor insan ama özellikle ilk perdenin nasıl geçtiğini anlamıyorsun...
cem yılmaz gösterileri kadar izlensin isterim... şubat programına bakın derim.

kendilerinin ağzından oyunun ortaya çıkışı :
"Tehlikeli Oyunlar’ı sahneleme fikri Ağustos 2008’de Gümüşlük Akademisi’nde oluştu. İTÜ Sahneli ve Bilgi Sahneli oyuncuların katıldığı, ben ve Erdem’in yönetimindeki ikinci tiyatro çalışması kampındaydık. Günün son çalışması gece onbir-oniki arasında sesli roman okumaktı. Tehlikeli Oyunlar’ı kampta okumayı önerdiğimde aklımda sahneleme düşüncesi yoktu, ancak romanı duymaya başladığımda çalışma arkadaşlarıma böyle bir öneri yapmaya karar verdim. Aklıma bir takım sahneleme buluşları filan geldiğinden değil, bir çeşit refleks olarak gelişti öneri. Tek bildiğim tek kişilik bir oyun olacağıydı. Şimdi dönüp baktığımda her büyük romanda en az bir tane tek kişilik oyunun saklı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Hatta bana öyle geliyor ki ‘tek kişilik oyun’ mefhumu roman sanatının sahne sanatına çevrilmesinden doğmuştur. Yani modern romandan önce tek kişilik oyundan söz etmek anakronik bir durum olurdu. Modern romanla tanışmamış bir çağın izleyicisinin sahnede göreceği tek başına bir oyuncu, onun algısını aşardı; oyuncunun arkasında bir koro olmaksızın oyuncuyu algılayamazdı. Özetle, tek kişilik oyun, tiyatronun romanla hemhâl olduğu yerdir. Roman bireyselliğe, tiyatro ise kamusallığa denk geldiğinden bu buluşma, bireyin bütün mahremiyetiyle kamunun ışığına çıkışını temsil eder. İzleyeceğiniz oyunun oyuncusu Erdem Şenocak’tır. Çalışmalar sırasında sahneleme, oyunculuk üslubu, metin düzenlemesi üstüne önerileri Oğuz Arıcı ile birlikte yaptık. "

emeğinize sağlık erdem şenocak, celal mordeniz ve oğuz arıcı...

ve ruhun şad olsun canım oğuz atay...

1972 yılında yapılmış söyleşisi için >>

Cumartesi, Ocak 08, 2011

canım istanbul


canımcık nesnelerime yenisini ekledim geçenlerde...



canım istanbul /paşabahçe*... ismi de ne güzel uymuş.


* porselen tealight mumluk

seziyorum öyleyse varım

"benim sezgilerim kuvvetlidir" her 5 kişiden 3'ü, her 5 kadından 4'ü tarafından söylenebilen bir kalıpsa ben kaç yaşındayım?

sezgi sandığımız şeylerin şüphe ve paranoyalarımızın oluşturduğu zanlar olduğunu düşündünüz mü? sorduğuma göre ben düşündüm tabii.
gerçi şüphelerimizi ve onların tetiklediği paranoyalarımızı mesnedsiz değil de yaşanmışlıkların ve gözlemlerin bünyemize kazandırdığı eklentiler olarak düşündüğümüzde de, sezgilerimiz yüksek ölçekli tahminlere dönüşüyor.
sonra efendim basiretli olma çabaları, kontrol manyaklığı ve biraz da mükemmelliyetçilik varsa sen gör nasıl ivme kazanıyor sezgilere güvenmek.

birisi olasılık diğeri yakıştırma, hayır yormasa, bi sezilse geçse...ama yok... illa sezilen şeyler üzerine bir de başka düşünceler,olasılıklar bina edilir. borçlarını falan değil de kurguladıklarını düşün dur, vay anam vay.
ya insan ilişkilerini etkiliyor asıl ne fena, tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış sonra tavşan kurdeşen dökmüş falan.

mümkün mertebe uzak durmalı, sezgi gelince işim var deyip kaçmalı.
hayır yani gerçekten algıysa da bu, algılama he de geç, herkes algılı mı?

sonus



geçenlerde davulcusu, bascısı, solisti ve tüm ekipmanı arkadaşım olan bir grup ilk sahnesini aldı, heyecanlandık ve bunu onlara feci çaktırdık, eheh...


allahtan konser keyifli geçti, eğlendik de...
asıl önemlisi onların mutlu olduğunu gördük ya daha ne olsun...

bir brokoli yedim hayatım değişti

sosyal medyayı çok konuşuyor, eleştiriyoruz... öyle deYil, böyle falan da
diyoruz ya... heykelini yapıyoruz aslında ve kişi sayısınca heykelimiz var...

neyse...şimdi gayet detaylı anlatımlarla, yüceltmelerle tuvaletten falan bahsetsem bu kesinlikle şu cümlelerim de dahil olmak üzere bir çok sessiz cümlemi kurmamı sağlayan düşünceleri orada oluşturabildiğim içindir... ne kadar övsem, mutluluğun tasvirinde ne kadar kullansam azdır... acı verdiği de olmaz mı, olur ama sonu yine mutludur...
yau blog sindirim sisteminden bahsetme yeri değildir, samimiyet dedik suyu çıktı denirse... kusura bakmayın ama sindirim sistemimden konuşuyorsam bu samimiyetten falan değil, sadece kendimden bahsediyor oluşumdan... her kendinden bahsediş samimiyet içermez derim ben de... bi durun orada, yani herkes nerede duracağını bilsin bi önce...sen! kaynak yapma...

neyse... resmen sağlıklı yaşamak bana göre değil onu görüyorum...
kalsiyum mu? süt iç... c vitamini mi? brokoli ye... kolestrol dostu mu? bulgur ye... cilt güzelliği, diş etlerine masaj mı? elma ye... şahane! şahane ama ceremesi var -ne karizmatik bir kelime cereme-
bu arada bu saydıklarımın hepsini sağlık için değil, sırf sevdiğim için tüketiyorum aslında ama sağlığımı bozuyor meretler... yani tam bozmak demeyelim ama bir brokoli yedim hayatım değişti tadında oluyor...
bir de sağlıklı olmasa da sevdiğim ve yine eksenimi wcye doğru kaydıran yiyecekler var ama, vazgeçemiyorum... hastalıklı ve bitirilemeyen ilişkiler gibi; seviyorum naaabiyim...

neyse neyse işte...

Cumartesi, Ocak 01, 2011

ses

mucize deyince kocaman bir şey beklediğimizden kesmiyor bizi ufakları...

farkında olmadan yaptığımız gözlemin farkına vardığımız zamanki mutluluğu mucize değil midir?

tüm algılarımız uyku halinde zannederken duyduğumuz ses ve o sesin yaşattıkları...

bence mucize, hayatı oluşturan ve aslen farkında olmadığımız tüm anlar işte...

farkına varabilme yetisi diliyorum hepimiz için...

***

yeni yılla ilgili bir şeyler söylemem gerekiyormuş gibi hissediyorum...
yeni yıl bir kişi olsaydı eğer, ona şunları söylemek isterdim...
2011 seni kimse sevmiyor ya-öyle duydum şu ana kadar- ben seviyorum...
ve bu kez, kimsenin sevmediğini sevmek için değil, içimden geldiği için...