Perşembe, Aralık 11, 2014

başıma gelmeyen iyi şeylerin sebebi benim

başıma gelmeyen iyi şeylerin sebebi benim.

kötü kötü şeyler düşünüyorum ve sanıyorum insanları sevmiyorum.
kağıt üzerinde her insanın hakkını savunup, varoluşlarının anlamına katkıda bulunabilecekken, mesela sokakta gördüğüm bazılarına hoşnutsuzca bakıyorum.
hatta bazıları için ileri gidip ne gerizekalı görünüyor, ne tuhaf, o saçlar ne biçim, kendine tarz yapmaya çalışmış ama pis görünüyor, şunu da seven var mıdır, ay şunlara bak ne biçim çift olmuşlar falan diyorum kendi iç sesimde. 
dediğim anda, düşünmemelisin böyle şeyler, ne ayıp, bak düşündün ya kesin yakın çevrende biri de böyle olacak dahası gidip bu eleştirdiğin, burun kıvırdığın, saçma bulduğun tiplerden birine aşık olacaksın diyorum, yine kendime.
sonra işte farkediyorum, insan sevmediğimi. insan sevmediğimden herhangi birini de sevemiyorum sanırım. 
hoşlanmak tamam, ama sevmek sıkıntılı.
takıntı tamam, ama bağlanma sorunlu.

iyi düşünmediğim için de iyi şeyleri kucaklayamıyorum sanırım.

yazdıklarım gerçek mi emin değilim.


/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/

markaların sahte ürünlerine itibar etmeyen, sahte olmasındansa olmasın diyenler olarak ilişkilerde sahteliklerle mutlu olmaya çalışmamız neden acaba?
seni seviyorum cümlesine açlığımızdan belki, parıl parıl sahteyim diye bağıran bir cümle üzerine bile 2 gün gerçek mi acaba diye düşünmek niyedir? 
gerçek olmasını istemekten desek... ama üzgünüm canım, malesef gerçek değil, sahte pırlantaları boynuna takacak olsan sırıtacak kadar bariz.
yoklukta takarım diyorsan sen bilirsin...

gerçek dediğimizin değeri nereden geliyor?


/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/*\*/

çocukken, ama epey çocukken evimizin oturma odasındaki divana yayılır, tavanına bakar, kirişle kolonun kesiştiği yerlerde düşüncelere dalardım. nedense o nokta önemliydi. bir açıdan aydınlık, diğerinden gölgeli...

o kesişme yerinde birden şunu düşündüğümü hatırlıyorum. 
bu ev, bu nokta sonsuza kadar var olacak mı? hep ama hep burada olacaklar mı? peki biz de olacak mıyız bu duvar tavan kesişmesine eşlik ederek?
annem ve babam kesin hep olacaklar, onlar olduğuna göre ben de olacağım. 
ölüm diye bir şey duyuyordum ama ölümün kimin, kimlerin başına geldiğinden emin değildim, bizim başımıza gelmeyeceğini ise neredeyse biliyordum. sanırım biz sonsuza kadar yaşayacaktık.

......



Salı, Kasım 04, 2014

yaşlandıkça

insan, yaşlıların ya da kendilerinden yaşça büyük olanların, kendileri gibi/kadar üzülmediklerini, önemsemediklerini düşünür. değildir. sadece daha fazla üzücü, kırıcı durumla karşılaştıklarından(yaş ve yılla beraber olasılığın arttığını düşünürsek) bağışıklık kazanmış ya da kazanmış gibi yapmakta ustalaşmışlardır. kalp her zaman kırılabilir. ve etkisi aslında hep aynıdır.

Perşembe, Ekim 16, 2014

mehmet p.

bu sabah bir arkadaşım intihar etti.mehmet.

intiharı, bu hayattan vazgeçmeyi zaman zaman düşünmüş biri olarak dahi sarsıldım.
her intihar edenle kendimi, her hayatını kaybedenle bir sevdiğimi özdeşleştirip üzüldüğümden galiba, mehmet'in vazgeçişi de iki anlamda etkiledi beni.

ne düşüneyim ne hissedeyim bilemiyorum. üzülmek, ama neye? yapmasaydı demek, ama neden? keşke desem, nasıl?

hayatta hiç birşey tesadüf değildir değil mi... bu pazartesi, mehmet'in sürekli katıldığı bir konuşma grubuna (toastmasters) iki ay kadar düşünüp erteledikten sonra, ben de gitmeye karar verip gittim. neden 5-6 senedir görüşmeyip de, intiharından 3 gün önce görüştük böylece kimbilir...

tesadüf deyince ... bak yine, mehmet'le ilk tanıştığımda olasılıksız adlı kitap çok satanlardaydı, beraber alıp hangimiz önce bitirecek hızıyla okumuş, olasılıklar ve tesadüfler üzerine konuşmuştuk...
2 gündür de sonuçlara sebep olan şeyleri, her şeyin bir sebebi var, her olan şey birbiriyle yüce bir şekilde bağlantılı düşüncesini, tekrar algılamaya çalışıyordum. her sonucun, olanın sebebinde bir yücelik var mı gerçekten? bilmiyorum, işaretleri görmüyor muyuz bazen?

pazartesi, ah o pazartesi...kimbilir...
vedalaşmışız aslında, yıllarca görüşmeyip de... o gün yaptığımız o sıradan ve günlük konuşmalar, şimdi düşününce ne anlamlı geliyorlar... ne saçma.
ne çok insanı üzdün, biliyorsundur bunu dimi... ah be mehmet ya...

trafik kazası olunca, hastalık olunca insan ölüm olgusunu daha bir kabulleniyor da sanki, en saygı duymamız gereken kendi kararını anlamakta zorlanıyoruz. hep bir, cevabı olmayan, acaba sorusu...

seni anlayabiliyor olmak dahi üzüyor be arkadaşım...hatta en çok o acıtıyor içimi.

pazartesi, nasıl ikna ettin beni bir sonraki toplantıya da gelmeme... pis adam!

motora yetişmeye çalıştığım için acele ama sıkıca sarılıp, havaya yapılan haberleşiriz işaretleri... günlük anlamsız şeylerin anlamlı hale gelişi...

daha dün mesaj atayım deyip günlük koşturmacalardan unutmam... unutmayıp yazışsaydık ne değişicekti tabii. sen yine gidecektin... ben daha az mı üzülecektim!?

4 gün sonra doğum günün, ondan acele ettin dimi? düşünceler düşünceler.... muhtemelen... ah be mehmet....

facebook'la da beni sen tanıştırmıştın. ne saçma bir detay yine. "facebook'ta bulunmayan kişiyi dünyada var saymıyorlar" demiştin, ne garip dimi bunu net bir şekilde şimdi hatırlamam... intihar duyurunu bizlere facebook'ta paylaşman. ah be mehmet...

şaka dendi, gerçek değil dendi. öyle umut ettim ki şaka olsun diye... kendimi, inandığım için aptal hissedeyim, sana küseyim, kızayım, haytalık yapmış diyelim, o an için dünyanın en kötü insanı ol, saçmalamış ol, abartmış ol...ama yeter ki ol.

herkes, mehmet'i tanıyanlar ne şanslıymış diyor. gidişinle ne çok şeyi düşündürttün, farkettirdin bize... kendimi şanslı hissettiren ve hayatımda var olmuş diğer herkesi tek tek düşündüm.

detaycı, hiç bir şeyi unutmayan... el attığı işlere güzellik katan, zeki,şımarık, neşeli, ince arkadaşım...
yolun huzurlu olsun.

bunları yazdım çünkü konuşmaya ihtiyacım vardı. yazarsam bu olayın gerçekliğine inandırabilirim kendimi dedim. ama yine olmadı. intihar notun vimeo'dan kaldırılmış.

Perşembe, Eylül 25, 2014

havada asılı kalmak

yerçekimsiz ortamda bulunma görüntüsü düşün, yok yok tüple dalışta suyla denge pozisyonunda olduğunu düşün... ama o esnada havadasın tamam mı? bir dinginlik, bir hafiflik, bir huzur duygusu çağrıştırıyor bu görüntü değil mi? şimdi de, arkandan köpek sürüsünün koşturduğunu ve kalbin yerinden çıkacakmış gibi kaçtıktan sonra sığındığın bir kapı aralığında dururken vücudunun sana hissettirdiklerini düşün. ve son olarak bu iki anı bir araya getir. havada asılı kalmışken maratona katılmışsın. işte şu günlerde bulutların arasında ağırlıksız uçuşur gibiyken, içimde fırtınaların coştuğu hallerdeyim. ne dinginliğin sebebini biliyorum, ne fırtınanın... ne kabullenebilmiş gibiyim ne tümden rahatsız... ne yere inmek için bir çabam var, ne sakinlemek için. yerle gök arasında bir yerlerdeyim desem çok iddialı, ama ne yerdeyim ne gökte.

Pazartesi, Eylül 22, 2014

her ay...

(2013 başlarından)
bir iş çıkışı daha.. canımın eve gitmek istemediği zamanlardan...

artık eskisi gibi aklıma ne eserse, nereye gitmek istersem oraya modunda da değilim.. yaşlanıyor olmalıyım...

dahası elim telefona gitmiyor.. gidiyor, sonra vazgeçiyor.. isimler seçiyor, ara demeden ana menüye dönüş... o kararsızlık anında biri arasın diye bekliyorum... hayır yapmayacağım, aramayacağım derken birini arıyorum.. anlamsız, gereksiz...

kendime acıyorum, sevgisizlikle boğuyorum kendimi... neredeyse ağlatacağım... tam sınırda duruyorum... tamam iyi hissetmiyor olabilirsin ama sırf *************** diye oluyor bunlar, biliyorsun.. sıkma kendini işte...

niye her şey anlamsız.. hep mi öyleydi.. eve gitsem ne olacak, dışarlarda sürtsem ne olacak.. öyle olsa ne, böyle olsa ne... aynı hesap.. şimdi uyurken ölüversem ya serviste.. yok servis giderken atlayayım yola..yok köprüden..yok eczaneye uğrayayım uyku ilacı falan.. yok.. yok.. ********** etkisi bu...

işyerindeyken de esti böyle bir dalga.. sonra dedim ki-kendime tabi- beni dışarıdan görenler, hatta tanıyanlar, içimden şuracıkta ölsem, nasıl ölsem ki diye düşündüğümü bilir mi.. kim bilir, kimler ne düşünür bize gülümserken, biz gülümserken...


düpedüz sahteymiş len diyorum bazı şeyleri görüp düşününce... hem ben de gıcık bir insanım belki, belki böyle şeyleri düşünüp,konuştuğumdan.. belki ben kendimi düşündüğüm gibi biri değilim.. belki ben beni başka birşey sanıyorum..


ayda bir oluyor işte.. ölecem-lafın gelişi- hala alışamadım kendime...


bir de çocuğunuzun ismini sevgi koymayın.

Neden Rusya?

Я не любопытство

Salı, Eylül 16, 2014

bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi...

Üsküdar'daki evimizin bahçesi çocukken bana dönümlerce büyüklükte gelirdi.

Anneannemlerin evine gittiğini düşündüğüm 'gizemli' geçitleri, aşılmaz duvarları olan, kar yağdığında yığınları içinde kaybolduğum, babamın tavuklarını besleyip, horozundan korktuğum- horozlar hep çılgın oluyordu-evde beslediğim tavşanım eve sığmaz hal alınca bir köşesinde büyütmeye devam ettiğim, ördeklerimize havuz yetmeyince hortumla yıkadığım, demir salıncağında sallanmak dışında türlü çeşit maceralar yaşadığım-kimi zaman bir akrobat, kimi zaman bir gemi kaptanı gibi-, solucanları bölerek çoğaltacağımı düşündüğüm, evdeki bebeklerimi çıkardığım için annemden sıkı bir patak yediğim, ablamla, kuzenlerimle, şimdi hangisi ne yapar bilmediğim komşu çocuklarıyla beraber büyüdüğüm bahçe.
Bir de herkesin bahçesi var zannederdim, büyük bir nimet olduğunu yaşım ilerlediğinde anladım. Özellikle bunları anlattığım kişilerin, "Üsküdar'ın ortasında , gerçekten mi?" tepkilerini duyduğumda ayırdına varmıştım.

Bizim bahçenin bitişiğinde, içinde pek yeşilliği, bitkisi olmayan, toprak bir alan daha vardı. Bu boş alanın hemen bizim bahçe duvarına yakın tarafında ise evimizin boyunca bir çam ağacı (4.katta oturuyorduk). Aynı ilkokulda resmini yapmayı öğrendiğim gibi, üçgen basamaklar gibi büyükten küçüğe doğru göğe yükselen dallarıyla koca bir çam. Rahmetli dedem, o çam ağacına simetrik olacak şekilde bizim bahçeye de ıhlamur dikmişti, hatta ıhlamur da dikmişti. Hurma ve babamla diktikleri diğer meyve ağaçlarına ek olarak.

Önce arazinin satıldığı ve ev yapılacağı haberi geldi, sonra inşaat araçları. Ve gözümüzün önünde yıkıldı o koca çam. Yıkılışını annemle izlerken ağladık. Anlam veremiyordum, ağaç orada kalsaydı, ev yapılmasına engel miydi ki?
Dedemi kaybettikten yıllar sonra, camımızdan tatlı tatlı görünen ıhlamur da kurudu.

Tüm bunları bana hatırlatan, Kadıköy'deki evimin bahçesinde balkonumuzu aşan boyuyla bana bakan çam ağacına teşekkür etmeliyim sanırım.

Aylardır anlatmak istediğim, bir türlü fırsat ve cümle bulamadığım hayatımdaki 'devrim' niteliğindeki gelişme.
Vakti çoktan gelmişti de hatta ben vaz bile geçmiştim, aileden ayrı eve çıkmaktan.
Anne ve babamla geçireceğim vakitleri, kendi bağımsızlık duyguma feda etmeyeyim diye.
Hazirandan itibaren kuzenle yeni bir hayata başladık. Giriş ve gelişme kısımları aileyle diyaloglarda biraz sıkıntılı oldu, ama sonuç fena değil gibi şimdi.
Hala arada içim buruluyor tabii. Sonra bazı şeyleri düşünmek ve tasavvur etmek istemesem de, bir şekilde onlara dayanaklandırarak kendimi avutup ikna ediyorum. Gerçek yalnızlığa, -eğer varsa- bağışıklık kazanmaya çalışıyorum.

Ağaçlar da, dedem de, babanem de benden izin almadan gitmediler mi sonuçta?

Sevmenin en kötü yanı kaybetmek.



Pazartesi, Mayıs 05, 2014

gerizekalı gerizekalı gerizekalı....

eski yazılarıma bakınca, sevmek ve sevgiyle ilgili ne çok şey yazmışım, yazacağım zaman en çok hissettiğim duygu ya da eksikliği bu diyebiliriz belki, illa tespit yapacaksak tabii. tespit yapmadan da konuşamıyoruz farkında mısın?
her cümlemize bir anlam.
sevgi diyorum; hiç sevemediğinden mi arar insan sürekli sevgiyi, gerçekten sevmiş olsam bir daha arar mıydım ya da aradığım sevgi mi?
ben çok sevmişim, sonra sonra, şimdi şimdi, ara sıra farkediyorum, yani sanırım sevgi bu, ismine ne diyeceğimi bilmediğim başka duygum var mı ki? aklıma geldikçe gözüm falan doluyor, bir yandan da gülümsüyorum, içimden bütün güzel dilekleri geçiriyorum, ve sanıyorum ki buna sevgi deniyor. valla emin değilim.
sevgi denmeseydi ne denebilirdi, eksikliğinin hüznü, boşluğunun farkındalığı, özleminin sızısı.

sevdiğimizi nasıl anlıyorduk? ve neden seviyorduk? sevmeden yaşayamıyor muyuz? sevmek ezbere bir zorunluluk mu doğaçlama mı?

ha başlığa gelince, kabul edelim tam bir gerizekalıyız.

Cumartesi, Nisan 19, 2014

nerede yaşıyorum?

gariplikler, akla mantığa sığmayan, kabul edilemeyen durumlar, olaylar gerçekleşirken, aklım hala yerinde mi diye sormak, bunları kabul eder gibi bir hal almak ve sanki boşvermişlikle yaşamaya devam etmek hallerinin göbeğinde yaşıyorum.
umuda benzer bir his de var ama daha çok bir sihrin gerçekleşmesini beklemek gibi, insan gücü ve düşüncesiyle çözülemeyeceğini düşünmek gibi, yani aslında umut etmek değil hayal dünyasında ümitlenmek gibi.
hadi, günlük ufak mutluluklarımız ve uğraşlarımızda ölmeye devam edelim.

Cumartesi, Mart 29, 2014

17 aralık'tan bugüne neler oldu

özet bir derleme
http://www.haberartibir.com.tr/can-dundarin-hazirladigi-17-aralik-belgeseli-erdoganin-en-uzun-gunu-tek-parca-video,1904.html

yüksek farkındalık paranoya yaratır.

ilk nerede duyduğumu hatırlamadığım ama doğruluğuna katıldığım bir ifade. farkındalık ve paranoya ilişkisi.

son günlerde ruh sağlığı artık tamamen bozulmuş bir millet olduk, istanbul, ankara, izmir, diyarbakır, hatay gibi kentlerde yaşayanlar daha çok. eğer bunun genetik bir etkisi varsa bizden sonraki nesilden hayır beklemeyin.

hükümet hakkında çıkan ses kayıtları (popüler ismiyle tapeler) ve yazılıp çizilenlerle birlikte, ne biçim ülke, nasıl insanlar bunlar ve nasıl bir dünyada yaşıyoruz düşünceleriyle, mide bulantısı, nefes sıkışması durumlarına girdik. bir de tüm bu kayıtları, konuşmaları yok/yalan sayan grup var.

pazar günü mahalli idareler genel seçimleri var, hepimiz ona odaklandık, sanki o gün düzgün atlatılırsa her şey tamam olacak. arkadaşım, günlük hatta saatlik travmalar yaşatan onca oha! lık bilgiden sonra belediye seçimi düzgün olsa ne olur.

ben olasılıkları düşünmekten, ütopik ve distopik senaryolar üretmekten sıyırdım. sanırım yakında kepenkleri de kaparım.

eleştirenlerin, eleştirdiklerine dönüşmesi an meselesi olacak kadar sağduyu kaybı yaşanıyor sanki. her daim adil ve ortada duranlar yok değil ama açıkçası tedirginim, elden dilden bir şey gelmiyor. inşallah güzel günlere kavuşuruz.

Pazar, Mart 16, 2014

bu adam bir başka dostum...





Time takes a cigarette, puts it in your mouth
You pull on your finger, then another finger, then your cigarette
The wall-to-wall is calling, it lingers, then you forget
Oh, how, how, how, you're a rock 'n' roll suicide

You're too old to lose it, too young to choose it
And the clocks waits so patiently on your song
You walk past a cafe but you don't eat when you've lived too long
Oh, no, no, no, you're a rock 'n' roll suicide

Chev brakes are snarling, as you stumble across the road
But the day breaks instead, so you hurry home
Don't let the sun blast your shadow
Don't let the milk float ride your mind
You're so natural, religiously unkind

Oh no love, you're not alone
You're watching yourself but you're too unfair
You got your head all tangled up but if I could only make you care
Oh no love you're not alone
No matter what or who you've been
No matter when or where you've seen
All the knives seem to lacerate your brain
I've had my share, I'll help you with the pain, you're not alone

Just turn on with me and you're not alone
Let's turn on with me and you're not alone
(Wonderful)
Let's turn on and be not alone
(Wonderful)
Gimme your hands 'cause you're wonderful
(Wonderful)
Gimme your hands 'cause you're wonderful
(Wonderful)
Oh, gimme your hands

Rock 'n' Roll Suicide Lyrics | MetroLyrics 

sicko, tony benn ve zamanlama...

arkadaşımdan izlemek için aldığım, bayağıdır rafta duran sicko'yu dün izleyeyim dedim. zamanlamam gerçekten manidar olmuş.
film geneli itibariyle düşler ülkesi amerika'nın sağlık sistemini sorguluyor, ara diyaloglarda ise harikalar var.
m. moore'un kanada'dan biriyle sohbetinde devletin ücretsiz sağlık hizmeti sunma konusunu konuşurlarken sosyalist misin diyor, cevap hayır, yeşillerden misin? hayır. peki nasıl oluyor da hükümetin sağlık hizmetini herkese eşit ve ücretsiz sunmasını savunabiliyorsun o halde, adam diyor ki aslen muhafazakar kanattanım, ama söz konusu sağlık olunca herkesin eşit olarak faydalanması gerektiğini düşünüyorum, çünkü sağlık siyasi görüşlerin dışında olmalı.

bir de bu adama bayıldım, aksanı yüzünden değil hayııır!


filmi edinin ve izleyin, youtube'dan link buldum ama açmadı, son internet yasakları sayesinde mi bilemedim. diyaloğun bir kısmının tv'den çekilmiş halini ben yüklemeye çalıştım idare edicez artık.


Cumartesi, Mart 08, 2014

what makes us keep walking derken...




gerçekten bildiğimizi sanmıyorum.

Perşembe, Mart 06, 2014

kımıl zararlısı

kendi kendineyken bile isyan edemeyip, makul açıklamalarla kendini sakinleştirmeye yetişkin olmak deniyormuş.
yetişkin, yetişmiş, koştur koştur yetiştirilmiş, varmadan ermiş.

çocukların sevimli oldukları kadar çıldırtıcı bir dönemleri vardır ve bu döneme bir şekilde şahit olanlar diğerlerine, takılma ya geçiyor, bu yaşta normal, derler. gerçi bu cümleyi çocukların konuşması, yürümesi, tuvalet alışkanlığı, yemek yememesi gibi her şeye kullanır yetişkinler ama, "neden" dönemi başkadır. hem keyifli hem deli edici bir oyun gibidir.

-elini sakın sürme, yanar!
-neden?
-çünkü sıcak
-neden?
-çünkü yemek yememiz için ısıtmamız lazım
-neden?
-çünkü büyümek için yemek yememiz lazım
-neden?
-çünkü büyüyünce istediğimiz her şeyi yapabiliriz
-neden?
-...
-...çünkü bir şeyler yapmak bizi mutlu eder
-neden?
-çünkü hayatta mutlu olmak için uğraşırız
-neden?
-çünkü mutlu oldukça yaşamak isteriz
-neden?
-...
-...çünkü başka türlü nasıl olacağını bilmeyiz
-neden?

ve neden diye sormayı bıraktığımızda, tüm cevapları bildiğini sanan bir yetişkin oluruz.
tüm yolların nereye çıkacağını bilen, temkinli, kontrollü...

üzüldüğünde neden diye soramazsın, çünkü herkesin başına gelir böyle şeyler, hatta daha önce kendi başına da gelmiştir. gelip geçecektir, aynı mutluluk gibi. tek farkı mutlu olduğunda neden mutlu oldum diye sormak istemezsin. direkt kabullenirsin mutluluğu, haktır o, olması gerekendir.
ancak üzüntüleri yaşadıysan bir miktar bolca, mutlu olunca nasıl oldu bu diye sorar, aman kaybetmeyeyim yine diye de korkarsın artık. korkmaktan mutlu olmaya, mutlu olmaya şans vermeye çekinirsin. adım atmaz, cesaret etmezsin. cesaretsizliğin inancını köreltir. inanç yok oldukça amaç ve istek kalmaz. her durumda var olan ve devam etmemize sebep olan umut ise, sinsi sinsi seni kandırır. kımıl kımıl.

Pazar, Mart 02, 2014

filmlerin hayat gibi gözünün önünden geçmesi

öyle filmler var ki izlerken düşüncelerini, cümlelerini, kendini görüyorsun. keşke şimdiye kadar izlediğim ve böyle hissettiren filmleri bir kenara not alsaydım, vasiyetimde bu filmlerin izlenmesi ricasını düşerdim.

before sunrise, before sunset ve before midnight serisi de bu filmlerden, sonrasında tekrar izleyince ilk izlediğimde neden sevdim daha iyi anlıyorum. bir de celine yay burcuymuş ve bu detayı ya unutmuşum ya yakalamamışım daha önce. burcun ötesinde, tabii bir filmi izlerken o sıra hayatımızda olup bitenler de filmi algılayışımızı değiştiriyor, farklı detaylara takılabiliyoruz. o sebep zaman zaman tekrar izlemek iyidir.

neyse işte.


Çarşamba, Şubat 05, 2014

kok-an

Bazı kokular bir an yaratıyor, o anın hissetirdiği duygu sabit kalıyor, an duruyor ve köpükten bir balon beni içine alıp huzura götürüyor...

Çarşamba, Ocak 29, 2014

ne yediyse bana da ondan...

biraz frenler tutmaz, yaylar gevşemiş, civatalar hoplamış vaziyete geçince öğlen ne yedin sen yemekte diyoruz ya, he işte diyoruz... ben o hallerimizi çok seviyorum, lambur lumbur, düşünüp hissettiğin gibi ve karşındakinden en fazla bu gibi bir cümle duyacağının, çok da başka bir tepki almayacağının rahatlığı... çok da başka tepki almayacak, neden? çünkü geçici ve birkaç anlık bir şey olduğu ön kabulü var, biraz uzun sürse, hep öyle olsa aynı esprili ve hoşgörülü yaklaşım oluşur mu? sanmam.

şubat geliyor, sevgililer günü olacak ya, ben de ilgililer günü yapmak istiyorum.
hikayesi de var hatta, ama halkımız bunu duymak için hazır değil henüz. o yüzden hikayesini sonra anlatacağım, hadi selametle.

Pazar, Ocak 05, 2014

sanmıyorum öyle değildir...

her şey çok güzeldi, ta ki yeni umutlar yeşerinceye kadar, zira umutlarla beslenen bir canavar vardı ve biz varlığından bihaber yaşıyorduk. o günlere dönüp bakınca, yine iyi beceriyormuşuz diyorum.
düşünsene arkadaşlarınla keyifli bir akşam geçirmiş, hem eğlenmiş hem zihin açıcı muhabbetlere girmiş, hem dünyayı kurtarmışsın çapınca, sonra eve dönüş yolunda birden çıkıyor o canavar, hapur hupur yiyor umutlarını. canavarı etkisizleştirmenin yegane yolu senin gibi düşünen biri daha olduğunu bilmekten geçiyordu. ama bu kadar da kolay değildi, çünkü düşüncelerimizin sabit de kalamadığı zamanlardı bunlar. bir an doğru dediğimize hemen sonrasında yanlış diyebiliyorduk.
en şanslılar, bulundukları yerden ve doğrularından anlaşılamaz bir şekilde emin olan, yerlerinde sabit duran insanlardı. şanslı diyorum ama onlara hayret etmemek de mümkün değildi. bir insan gördüğü ve düşündüğünden zamanla bile değiştirmeksizin nasıl emin olabilirdi. söyledikleri, düşündükleri konusunda ısrarcı olan insanlardı belki de dünyaya şekil verenler, ama bizim gibilere anlamsız geliyordu bu sabitlikleri.
her şey doğru, her şey yanlış olamaz mıydı?
tuhaftır, umutlarımızı yeşerten bu gelgitli gerçekliklerdi, çünkü böylece imkansız dediğimiz mümkün olabiliyordu. ancak canavar sağolsun, mümkünlerle besleniyordu. bir ızdırap, bir karamsarlık, bir çöküş sancısı başlayınca anlıyorduk enfeksiyon kaptığımızı. bazen tükürünce geçiyordu, atıyorum tabii ki, tükürünce geçer mi hiç?! uyumak çare olabiliyordu ya da amaçsızca yürümek yollarda, bir de tatlı tüketmek. bilimsel olarak da ispatlandı hatta, 10 saat uyumak ya da sütlü/şerbetli tatlılardan yemek ve sonra karnını ovuşturmak da iyi geliyordu umutsuzluğa. yine attım evet.
bence artık okumasan iyi olur, ben de yazmayayım.

hayal edebilmek ne güzeldi, hayallerine inanmak falan, o zaman sadece çocuk muyduk, çocukluk bitince umutların yoğunluğu da azaldı sanki, zamanla suyunu fazla katıyorlar seyreliyor, her şeyde bir katakulli.

gerçekçiliğe ve mantığa gereğinden fazla önem veriyoruz galiba, ama dönüş de yok artık geri. bir kontrollü olmaktır gidiyor, çok afedersin tecrübe ve yaşanmışlıkları şeyedeyim. hiç düşündün mü, belki doğru yerde ve zamanda yaşamadın o tecrübe dediğin şeyi ve bir yanlış üzerinden kendine yol tuttun.

2014 yıl geçmiş ya.