Çarşamba, Kasım 24, 2010

gelen gideni aratırmış ve birisi giderse birisi gelirmiş, biri ölür biri doğar falan filan...

seviyorum ben, hele şımarsa ne olacak şımaracaksa o şımarsın diyebildiğim insanları şımartmayı (tamam bir daha oku cümleyi)... şanslıyım böyle birkaç insan var hayatımda...
ne güzel lan, düşünsene sevgiline falan bile yapamazsın bunu, hesap kitap girer işin içine... çok sevgi uzaklaştırır, şımarırsa dötü kalkar, aman bilmemne olur, bok olur püsür olur diye... ama arkadaş öyle mi ya, süper bir şey oğlum... gerçekten ve sadece yapmak istediğin için bir şeyi yapabilme özgürlüğünü verir sana o arkadaşlar, her arkadaş değil yukarıda dedik işte,onlar... ister itin dötüne sok, ister pamuklara sar sarmala... hem ince düşündüğün hem de teklifsizliği aynı anda yaşayabildiğin nadideler onlar,cancişler...

.........
ailem var ya,hani bir türlü kopamadığım,ayrı yaşamak istediğim halde ayrılamadığım...
neden diye düşününce, detaylara bakınca hele, tatlılar yaa...
akşamları türk sanat müziği eşliğinde örgü ören annem,ona meyve soyan ve kanal değiştiren ve bu yüzden annemden papara yiyen babam...
buna benzer bir manzaranın parçası olamayacağım için, sırf bu manzarayı seyredebilmek için bırakamıyorum sanırım...
(evet bunu isyanlara girdiğim zamanlarda bir daha okuyayım)

........

önceki postlarda da söylemiştim, kasım ayı en az doğumlar kadar ölümlerimizin olduğu ay...
ali dedem, ne çok severdim seni...
babaannem...sen beni de severdin bilirim...
ve bugün de komşu amcamız vefat etti; ben arkadaşlarımın facebooktaki kutlama mesajlarına kitap imzalayan biri edasıyla cevaplar yazarken...

"iyi ki doğmuşsun..."

........
ispanya'ya gitmiştim ya, hayata küstürdü adamlar beni... bir dali'yi bilirdik 'manyak' diye,meğer 'akıllısı' yokmuş ki... o nasıl bir düşünme şeklidir, düşündüğünü gösterebilme ve bilgisini çağının imkanlarını bilerek ve de aşarak kullanma yetisidir, nasıl bir azimdir, hırstır, meydan okumadır, kendini bilmezliktir... nasıl bir boşvermemeciliktir, aymamazlıktır, adam sende değilciliktir...
ve düşününce sen ne yapıyorsun, yapabildiğinin en iyisi ne ve neresindesin onun diye "bir bok değilsin" diyorsun, hatta pardon "kendini ne bok sanıyorsun" diyorsun... bahanelerin, amaların, tembelliğin ve boşvermişliğinle zamanının posasısın...

bir de üzerine sergimsi gezdim mi bugün, ağlamaklı oldum, küfrettim kendime...

gaudiler...*


daliler...*


......


duygusalım sanırım bugün, taksiciler için şiir yazdım akşam...


motordan indim yağmur başladı yağmaya
bir taksinin kapısını açtım,sordu bana "nereye"
dedim hemen, dolapdere...
ben gitmiyorum sor dedi öndekine...
koştum öndekine yağmurdan sıçan olurkene...
dedi gideceksin nereye...
diyemedim sana ne,
la havleyle dedim dolapdere...
ben gitmem dedi, sor arkadakine...
sabır dediğin evliyada olur dedim kendime...
bastım kalayı, bağırdım; arkadaki öne yollar,öndeki arkaya diye...
pinpon topu muyuz anasını satiim bu ne be...
hışımla yürüdüm daha da öne...
yemek yiyordu adam sordum "çalışıyor musun"
dedi arkadakine git yemek yiyorum...
şaka mıydı, bu film miydi...
bilmem bendeki sinir kayış mıydı,
koptu yine...
adam mı seçiyosunuz be?!
ne alakası var adam seçmeyle,
sana sordum mu nereye diye,
git bağır madem arkadakine,
yemek yerken çıkamam trafiğe...
şerefsizsiniz siz diye bağırırken adam duymadı,
insanlık dersini bana vereceğine...
iki kelam diyeydin ya diğerlerine...

sonra aklıma o kız geldi...
sinir olduğu taksi şöförü dövülünce üzülmeyen hani...
dedim kendime;
birisi o adamları dövse erimezdi yağlarım...
belki ben dövsem anca rahatlarım, hem vururum hem ağlarım...

bitti.


Salı, Kasım 16, 2010

ait olunmaz hissedilir


her şeyin...bi saniye yumaşatayım, çoğu şeyin temeli inanmak üzerine kurulu. kendini inandırabildiğin sürece var olur her-çoğu-şey... yani ben buna inanıyorum :)
ve bu inanma güdülenmesi enerjisini nereden alıyor, ilk gazı ne veriyor emin değilim. sanırım o "şey" ile kendi özünüz arasında kurulan bildiğiniz ya da farkında bile olmadığınız bir bağ sayesinde bir tercih oluşuyor, buna da his diyelim...
sevdiğine ve sevildiğine inandığın anda ilişki başlar, inancın yittiği anda da ilişki biter. ilişki illa kadın erkek ilişkisi değil tabii.

mesela aidiyet de tuhaf bir şey; arkadaşlarınızla güle eğlene gittiğiniz bir mekanda bir süre bulunduktan sonra ve ortamın eğlencesi aynı şekilde devam ettiği halde bir anda oraya ait olmadığınızı hissedip çıkıp gidesiniz gelir mi? (cvp evet olsun n'olur)
arkadaşlardan başladık öyle devam edelim. çok süper diyaloğunuz olan arkadaşlarınızla günlük geyik, sohbet, gezme tozma eylemlerinizin bir anında aslında onlarla diyaloğunuzun/arkadaşlığınızın o kadar süpersonik olmadığını, yani aslında olduğunu ama bunu belki de sedece sizin öyle sandığınızı, aslen o arkadaşlığa, o arkadaşlara ait/sahip olmadığınızı düşündünüz mü peki? (evet dimi, evet)

peki ya ilk gençlik dönemlerinde ve belki sonrasında da yaşadığınız, ben buraya ait değilim sanki hissi?

anlattığınız hatta anlatmayıp düşündüğünüz bir şeyi, bir başkasının, anlatmak isteseniz beceremeyeceğiniz bir şekilde anladığını düşündüğünüz zaman yaşadığınız mutluluk?
ya da belki ortada anlam,anlamak yok öyle olduğuna inanmanız var?


hayatımız kendimizi neyle kandırdığımıza göre şekilleniyor...

başarılı oldunuz, çünkü sen o detayı farketin, varlığın çok önemli...
bir işe yarayacakmış gibi çaba harcıyorsun bir de, halbuki sen 1 iken onlar 10 istiyor, debelenme...

sensiz olmaz...
kimle olsa olur...

sen teksin...
herkes aynı...
...


kendimizi çok da önemsememek gerek gerçi... inansak da inanmasak da o güneş doğuyor, dünya dönüyor ve hikayeler yazılıyor...
ama kendimizi ve kendimizi önemsemeyi seviyoruz. olan biteni, kendimize, düşündüklerimize, yapıp ettiklerimize, geçmişimize bağlamak bizim hayatla bağımızı da belirliyor. olumlu da, olumsuz da...


neyse, aidiyet demiştik... kelime olarak da hoşuma gider, var böyle sevdiğim kelimeler, mümkün olsa her biri üzerine saçmalasam...
ikili ruh hallerimin bir getirisi olarak bir mekana bağlı yaşamayı da seviyorum, bağımsızlığı da... birkaç ayda bir farklı semtlerde yaşasam mesela... ahah
gidişleri de seviyorum, dönüşleri de... ama dönmek zorunda olduğunda hala gidiyor olmayı istemek fena...
bayramın 2.günü gidiyorum...öyle "ooo yola çıkıyorum" heyecanı yok, sanırım sebebi de dönüşümün belli olması ve daha gitmeden dönmek istemediğimi düşünüyor olmak. "anı yaşa, anı yaşa!" mottosu yemiyor böyle anlarda, neyse keyif al canım...

tüm bu yazı da yoluma 'güzelleme' olsun diye, evet.

ve iyi bayramlar...

Pazar, Kasım 14, 2010

potasyum olsun mu başlık...

katı potasyum suyla hızlı reakte olurmuştu ve havayla bile temas etmemesi için yağın içinde mi ne saklanırmıştı... katı potasyumla lise kimya labaratuvarında tanıştım ilk ve son, içi yağ dolu beherin içindeydi ( beher nasıl çıkabildi ağzımdan sanki daha dün kullanmışım gibi diye şaşırıp google'da doğrulattım kendimi... )
neyse beherin içindeki o katı potasyum kakaya benziyordu, kaka dedim diye tükaka olmadım dimi... hem bok demedim ki. sanki kaka daha az boktan bir şey de kibarlık oluyor işte. neyse işte, sindirim ve boşaltım sistemim ne zaman sağlıklı çalışsa aklıma hep o katı potasyum gelir.
sonra da sağlıklıyım ne güzel diye sevinir mutlu olurum elimi yıkar çıkarım.
ama ofiste elini yıkamadan çıkanlar var hocam.


bu arada aklıma gelmişken şu ... (3 nokta) olayına açıklık getireyim. kimse sormadan açıklama yapma huyum sağolsun, ama bazen ölse iyi olur...neyse.
ben aslen .(nokta) ya da ,(virgül) gelebilecek yerlerde..(2 nokta) kullanırdım.
neden? çünkü çok evvel senelerden, birinden bana geçen bir alışkanlıktı. hem nokta koyunca yazının ciddiyeti artıyor gibi geliyordu, hem de sanki zaten zıp! diye noktayla bitecek nefeste olmuyordu cümlelerim. üç nokta ise hem çok uzundu, hem de anlamı derinleştiren bir etkisi vardı. hani benzetmek gibi olacaksa; nokta haber sunan spiker, üç nokta şiir okurken uzaklara dalan şair, iki nokta ise arkadaşıyla sohbet ederken arada bir çayına bakan samimi insan gibiydi benim için. ya da iki nokta benim için bir kaçıştı, eheh...
neyse işte seneler sonra, görüşlerine de değer verdiğim arkadaşım, bir ricada bulundu. imla açısından iki noktanın yanlış olduğu ve hatta öyle bir şey olmadığı, dolayısıyla kullanmamam üzerine. bilerek deforme etmiş olsam ve benim için bir "stil", bir alışkanlık olsa da iki noktayı bıraktım... yani sizin gördüğünüz tüm bu nokta ve üç noktalar aslında iki nokta ve çay bardağım da elimde :)


anladın sen, pek bir şey yazacağım yok da laf kalabalığı yapıyorum.
yazacaklarımı, yazarak ifade etmekten hoşlandığım zamanlarda yazmışım zaten.
ha yeni şeyler yok mu? değişmedim mi? değişmişim, en azından duygu ve düşüncelerimi daha az yazacak kadar, tembelleşmiş de olabilirim. (bu cümle böyle, kompakt) böyle dedim ya birkaç gün deli gibi yazasım gelir şimdi.


anlatılmaz yaşanır ifadesi çok keyifli, çok heyecanlı, çok başka, çok çok anlar ve yaşamlar için kullanılır ya... aslında yaşarken tuhaf geliyor ama anlatasım yok,anlatsan da bir cacık yok durumlarını da kapsar bence.
öyle yani...
(bak bazı kelimelerin anlamı olmasa da anlamı olur bazen... bir zamanlar bir anlam taşır olur da, kelimeye anlam veren de kelimenin anlamsızlığıyla kaybolup gitmiştir çoktan. sonra böyle kel alaka bir zamanda hatırlatır kendini... ne gülümsetir, ne üzer, sadece hatırlarsın işte...ve bönbön bakarsın o kadar, yolda sana seslenen ama kafanı çevirdiğinde tanımadığın birini gördüğün zamanki gibi)

hadi parantez içi bonusunu da kaptın, iyisin.. eheh.