Salı, Ocak 31, 2006

i wish...

ne hayaller kuruyor insan.. hayal bu adı üstünde, ama nedense büyüdükçe hayaller gerçekçiliğe bürünüyor...hayaller uçarı olsa da, dayanakları mantıklı kılınmaya çalışılıyor..."şimdi gözümü kapatcam pıt diye bulutların üstüne çıkcam" ya da "şimdi mesela bi anda nerde olmak istesem oraya gidiversem, ışınlanmak gibi, bilim adamları moleküler bölünmeyi..bıdır bıdır bıdır..."
hayallerin ötesinde dileklerimiz var.. her türlü şey için bir dilek.. sanki kocaman bir dilek kuyusu varmış gökyüzünde-hep gökyüzünde olur böle şeyler- atıveriyormuşuz oraya hepsini... hayallerden daha gerçekçi olmasa da,daha inanılırdırlar...
"i wish.."
"..hayatımın bir kısmını çıkarabilcek olsam.. yok çıkartmıyım hiçbiryerini..ama neden kendime yabancı hissediyorum kendimi... su bulsam bi çeşit, yıkasam kendimi, hayatımı...hayatım değişmese,ama temizlense bir nevi..."
öyle işte...
"i'm playing the game
the one that will take me to my end
i'm waiting for the rain
to wash who i am"

Perşembe, Ocak 26, 2006

yolcu yolunda..


insan kendini hiçbiryere ait hissedemez bazen.. nereye ait olduğunu bilemez ya da.. orası, burası..başı,sonu..ortası.. cık!değildir.. bulunduğun yerin dışında "başka" bir yerdir, hatta zaman...
ne zaman ki yola çıkarsın, uzaaak yollara, anlarsın ki yerin yollardır.. şehirler, insanlar, memleketler.. ama nedense bir evin de olmalı illa ki diye düşünürsün.. yarı göçebe, yarı ait.. göçebeliğe bile ait olamayış... çok mu edebiyat yaptık, aitlik edebiyatı daha bir uzun olurdu aslında,konu başka.. yazıp, anlatınca hissettiğin zamanki etkisini veremiyorsun işte... kendine bile...

Cuma, Ocak 06, 2006

anlam...

anlam anlam..anlam..anlamlı bişiler söylemek gerek, mi.. anlamsızca konuşurken, bir anlam çıkar mı... sözlerim kim için ne anlam ifade eder, eder mi?birinin bir diğeri için yaptığı bir hareket,söylediği bir söz ne zaman anlam kazanmaya başlar ve niçin? anlamın anlaşılması mıdır, anlamlı kılan..daha anlamlı olsun diye neden denir.. dahayı katan kişiye özel olması mıdır.. özel olmasını sağlayan nedir, anlatılmak istendidiği şekilde anlaşılması mı...
olaylar, durumlar, sözler, hareketler olduğu andaki anlamını taşıyabilir mi, üzerinden zaman geçtikten sonra ya da durum şartları değiştiğinde.. anlamını kaybeder mi.. anlamın,artması da, azalması da bir kayıp değil mi... aslolanın değişmesi değil mi...
anlayan insan bulmak neden zordur da, kaybetmesi çok kolaydır, onca anlayışa rağmen...biryerlerde yanlış anlaşılma mı olmuştur.. anlayan insana, anlayan niteliğini katan neydi ki o halde,denmez mi...
sorular biter mi.. bittiğinde cevaplar mı başlar..cevap ne zaman başlar...başlamalı mı... soru cevabı barındırmaz mı...
yazmak nerde başlar/biter...ya düşünmek... ya söylemek... anlatmak için sözlere mi gerek vardır ya hareketlere...anlamı sabote etmez mi sözler bazen bilinçli, bazen bilinçsiz ve sadece bazen......
anlamdan bu kadar bahsedilince, anlamın anlamı kaymaz mı... anlam.. anlam.. anlam.. anlma.. anmal... analm... analma..... anlama...

"içten" konuşmalar...

bir varmış bir yokmuş..çoook uzaklarda, içinde barınmak isteyene kollarını açan, kırmızının sıcaklığını, yeşilin rahatlatıcılığını, sarının canlılığını, mavınin içtenliğini birleştirerek sunan morlara bürünmüş bir yer varmış..
istediğin her konuda konuşabildiğin bu köyün adı amorfistanmış... amorfistanda kendimizle(monologlar-dilemma) ve diğer yazarlarla hasbıhal ettiğimiz yazılar mevcut.. ziyaretinizden memnun olacaklar...

Perşembe, Ocak 05, 2006

düşmek...

hayatın zemini kaygandır bazen, bazen de kaypak....

düşmek kötü bişidir arkadaşım... genelde diyorum yani, yoksa düştüğü anda kahkaha koparan ,kendi kendiyle eğlenen insanlar da vardır..ama belki de aslen bu düşmenin bedliğini bertaraf etmek için bilinçsizce geliştirilen bir savunmadır... hahahahaa ne güzel de düştüm, salaklık işte..vs... potansiyel ve mümkün tüm dış görüşleri,insanların içlerinden geçirdiklerini zannettiklerimizi tahmin ederek herkes söylemeden önce kendine söylemek savunması... en bildik savunma mekanizmasıdır ya hani...
düşülen yere göre değişir de insanın verdiği tepki, sanırım yani... düştüğün yerin ve o yerde bulunanların hayatındaki konumuna göre... kendini çok da güçlü hissetmediğin bir insan güruhu içindeysen, düştüğünde zayıflığın bi kat daha artar belki.. gerçi saygınlığının fazla ve gücünün kesinlikle bilindik olduğu bir yerde düştüğünde de kendini "küçük düşmüş" hissedebilirsin..ne de olsa kimsenin normal şartlar altında yapamayacağı birşeyken seni küçük düşürmek, basit bir düşmeyle bunu hissedebilirsin..
ya kendinden eminsen.. ya da şöyle söyleyelim kaybedeceğin hiçbirşey olmadığını düşünüyorsan ve aslında dolaylı olarak elde edebileceğin de hiçbirşey olmadığını düşünüyorsan.. düşmene gülersin işte... içten yanmalı motor patlamasıyla kopar kahkahan.... bir süre düştüğün yerde kalakalırsın,sanki orası senin evindeki pek rahat televizyon koltuğunmuş gibi... sonra, başını sağa sola sallayıp,üstünü başını silkeleyerek, hayatta insanın başına neler de geliyor edasıyla kalkarsın... sanki yaşadığın düşüş,hayatındaki en beklenmedik en yıkıcı/yapıcı olaydır...ama bilirsin ki, kalkar kalkmaz düşebilirsin yine... bunu bilmek sonsuza kadar oturmana neden olmaz ama işte düştüğün yerde...düşmek gücünü de arttırır insanın...
zirveye ulaşmamış bir insandır bu belki..+ seviyesindeki zirveye ulaşmadığı gibi, - seviyesindekine de ulaşmamıştır aslında... asılı kalmıştır ortalık bir yerlerde... ortanın biraz üstünde, altında... ama ne dipte,ne başta... nötrdür, ama nötr değersiz değildir ki..milyonlarca eksisiyle, milyonlarca artısı vardır sadece...sadece tek bir artısı ya da tek bir eksisi olmaktan iyi değil midir bu...ya da iyi/kötü yoktur işte... kutuplaşmamış insan, hiç bir etkisi ve görüşü olmayan insan olarak görülür ya hani, ne büyük yanılgı... ne bombalar yaratabilecek güçleri vardır aslında içinde... dışında ise kocaman,sağlam bir zırh, içteki yanmaları, patlamaları dışarı yansıtmayan,ama dışardaki en ufak bir etkiyi içeri sızdıran... dışarıya karşı koruma kalkanı değildir yani bu, içeriye karşıdır... içbükey kalkan...dışbükey olanlar başka bir konu...

Çarşamba, Ocak 04, 2006

günlerden bir gün...

Sabahın 6sı.. görünmez bir el dürtmüş, biri kulağıma uyan diye fısıldamış sanki… vücut dinç tabii diyorum, gecenin 2sinde yatmış olmama rağmen uyanıyorum böyle.. tatildeyim ne de olsa, işe gidiyor olsam uyanmazdım, da diyorum… sonrasında istediğim kadar uyuyabilecek olmama rağmen gözümü açmayı reddediyorum bir sure… sağ yanıma yarı dönükken açıyorum yavaş yavaş, eski filmlerde göz ameliyatı olmuş insanların yüzündeki sargılar açılırken açtığı yavaşlıkta ve kırpıştırarak…
Yattığım yerden odamın içinde gözlerimi gezdirmek, farklı ve abuk sabuk hayaller kurmak zevkiyle dolaşıyor gözlerim yine odamda… farklı eşyalar üzerinde birkaç dakikalık duraklamalarla... en verimli cümlelerimi kurduğum, kalksam yazmaya başlasam kitap olur dediğim düşünceler,dekorasyonlar ya da tanıdıklarla/ potansiyel tanıdıklarla yapılabilecek “muhtemel” diyaloglar..hepsi geçer kafamdan…
sabahın 6sı demiş miydim.. hava karanlıktan aydınlığa geçişin ağır adımlarında… etraf sessiz, herşey uyuyor sanki…sanki?? ben,en çok, bir kitap sayfasından çıkmış tasvir gibi hissediyorum odamı böyle loşluklarda… hatta bir çizgi romanın keskin olmayan, yumuşak siyah beyaz çizgileri gibi geliyor.. kitaplığım, masamın üzerindeki düzensiz düzenli eşyalar, duvardaki poster, resim, küçük afiş…yatağımın ayak ucuna gelince duruyor gözlerim… kamera kendini çekmiyor ya öyle birşey… saate son bir göz atışı yapıyorum.. buraya yazmadıklarımla beraber 7:30 a kadar ilerlemiş… film bitmiyor ama ekran yavaş yavaş kararıyor tekrar..